KARAN
Babamın mezarına her geldiğimde içimdeki kin biraz daha büyüyordu. Toz toprak içinde, çorak bir dağın yamacına kurulu bu mezarlıkta sessizlik, sanki içimdeki fırtınayı besler gibiydi. Yakıcı güneş tam tepedeydi; keskin ışınları gözlerimi kamaştırırken, dizlerimin üstünde durup mezar taşını avuçladım. ‘Seni toprağa gömenlere sözüm olsun… Babamın kanını yerde koymayacağım.’ İçimde dönüp duran bu yemin, sadece bir intikam arzusundan ibaret değildi. Babam aşiretin onuruydu, içimize düştüğü anda bizi karanlığa sürükleyen düşmanların hak ettikleri cezayı görmesi şarttı. Bu uğurda canımı vermem gerekiyorsa, gözümü bile kırpmadan verirdim.
Mezarlığın çıkışına doğru yönelirken, rüzgârın savurduğu ince toz zerrecikleri görüşümü bulandırıyordu. Elimdeki tespihi sıktım. Babamdan hatıra kalan bu tespihin her tanesinde acımızın bir parçası gizliydi. Etrafımda beliren korumalarıma bakmadan adımlarımı hızlandırdım. Konaktaki sessizlikten köyün çalkantılı gündemine, her adımda farklı bir hesap yapıyordum. Aklımda tek soru vardı: Babamı öldüren kurşun kimden gelmişti? Eroğlu aşiretinin başına geçmek, sancağı devralmak demekti; ama babamın intikamını almadan o koltuğa oturmak, içime sinmiyordu.
Köy yolunda ilerlerken, çocukluğumdan beri tanıdığım ağaçların arasından esen rüzgâr yüzüme çarpıyordu. Sanki bana fısıldıyor, acımı paylaşmak ister gibi uğulduyordu. İçimdeki öfkeyi dindirecek tek şeyin, o katile kendi ellerimle son vermek olduğunu biliyordum. Ama işte, aşiretin ileri gelenleri beni başka bir yola sürüklemişti: Berdel. Kan davasından kurtulmak, yapay bir barış sağlamak için yapılan bu anlaşma, asıl hedefimi gölgede bırakmaya çalışıyordu. Babamın mezarının başından kalktığımda, gerçekte neye zorlandığımı tekrar hatırladım. Sözde bu evlilik, husumeti bitirecek, kan akmaya devam etmeyecekti. Ama ben babamın katilini bulana dek ne barıştan bahsedebilirdim ne de mutluluktan.
Aşiretin büyüğü dediğimiz amcam, beni konakta bekliyordu. Onun ısrarı olmasa, belki ben bu kadar erken kabul etmezdim şu evliliği. Henüz babamın yasını tutamadan, bir nikâh baskısıyla karşı karşıya kalmak, kalbimi sıkıştırıyor, içime garip bir huzursuzluk çökmesine yol açıyordu. Ama aşiret işte… Gelenekler, kan davaları, berdel. Düğümü çözecek tek yolun bu olduğuna inandılar. Kendimce bu anlaşmayı kabul eder gibi görünsem de asıl niyetim belliydi: Düşmanımızın kızıyla evlendirilmem, bana onların hanesine girme fırsatı verecekti. ‘Sizin kanınızı akıtmadan durmayacağım, babamın intikamı yarım kalmayacak.’ diye tekrarlıyordum.
Konağın kapısından içeri girdiğimde ilk gözüme çarpan avlunun ortasında duran eski çeşme oldu. Uzun zamandır bakımsızlıktan suları tam akmayan, fayansları dökülmüş bu çeşme, çocukken serinlediğim, babamla sohbet ettiğim yerdi. Babamın anısını her köşede görüyor, bu duvarların arasında nefes alırken bile kalbime yüklenen acıyı sırtımda hissediyordum.
İçeri adım atar atmaz, hizmetliler saygıyla kenara çekildi. Yüzlerindeki ürkek ifadeyi görmezden geldim. Köydeki herkes, içimdeki nefreti seziyordu sanırım. Doğrudan büyük salona geçtim. Amcam Tahir orada, aşiretin birkaç ileri geleniyle oturuyordu. Beni görünce sustular. Tahir, “Hoş geldin Karan,”