AKÇAKALE- 2024 AĞUSTOS
Toprak titriyordu.
Gökyüzü, alevle karışmış kırmızı bir deniz gibi dalgalanıyordu. Duman ve çelik kokusu havayı doldurmuştu. Savaş naraları, çarpan kılıçlar, kişneyen atların sesi bir kaos senfonisi gibi yayılıyordu. Asker, zırhının ağırlığını hissediyordu, ama omuzlarında taşıdığı yük, bunun çok ötesindeydi. Sadece bir savaşın galibi değil, bir kaderin taşıyıcısıydı. Düşman önünde diz çökmeyen gözler, yüreğinde derin bir kararlılık ve sessiz bir sorgulama vardı.
"Tanrı beni neden seçti? Bu kan ve acı, hangi amacı taşır?"
Karşısında duran, eski bir dost, şimdi düşman. Bir zamanlar askerin yanında savaşmıştı ama hırsı ve kibri, Tanrı’nın yolundan sapmasına neden olmuştu. Düşmanın ordusu, sadece demir ve ateşle değil, karanlık büyülerle donanmıştı.
Savaş alanı, bu yüzden hem fiziksel hem ruhsal bir cehennemdi. Askerin kılıcı titredi, ama gözleri sabit kaldı. Her darbe bir sorumluluk, her savrulan mızrak bir sınavdı. Kan toprağa düşerken asker, her düşmana aynı zamanda kendi içindeki korkularını da yendiğini hissetti. Atlarının kişnemesi uzaklaştı, düşman bağırıyor ama ne askerin ne de onun iradesini sarsabiliyordu. Bir anda, gök kırmızıdan maviye döndü. Bu mavi ışık, gökten inmiş bir işaret gibiydi,
Tanrı, onu izliyordu.
Düşman düşerken, Asker birden içsel bir boşluğa düştü. Zafer kazanılmıştı, ama savaşın gürültüsü hâlâ yüreğinde çınlıyordu. O anda fark etti: zafer, sadece bir başlangıçtı. İçinde hâlâ bir boşluk vardı; bir çağrı, bir işaret bekliyordu. Asker, kılıcını toprağa sapladı ve sessizce geri çekildi. Atını terk etti, yürüdü. Savaşın uğultusu geride kaldı, ağaçlar onu sessizce karşıladı. Toprak, ayaklarının altından bir dost gibi kabardı; orman, eski dostların ve kaybedilenlerin anılarını saklıyordu.
Derin bir açıklığa geldiğinde, gökyüzü bir sütun gibi parladı. Ve ışığın içinden, gökyüzünün kendisi gibi parlayan bir kadın belirdi. O an asker, artık sadece bir savaşçı değil, Tanrı’nın seçtiği kişi olduğunu fark etti. Kadın yaklaştı; saçları gökyüzünü, gözleri yıldızları taşıyordu. Ve doğrudan kalbine bakarak tek bir cümle kurdu.
“Tanrı seni seçti.”
Işık söndü, kadın göğe karıştı. Asker, elinde gökyüzü mavisi bir tüy tutuyordu kaderin ve kutsal görevin simgesi. Savaşın kanı hâlâ toprağa işlenmişti, ama ruhunda artık bir yön vardı: seçilmişliğin yükü ve görevi.
Ve rüya çöktü.
________________________________
İSTANBUL-29 TEMMUZ 2024
Gökyüzündeydim.
Aşağıda olan savaşı canlı canlı izliyordum.
Rüyada olduğumun farkındaydım ama gözlerimi açamıyordum.
Birbirine çarpan kılıç sesleri, kişneyen atlar, toz toprak birbirine girmiş ve en korkuncu rüyanın fazla gerçekçi olmasıydı. Ama tuhaf olan, her şeyin üzerinden yavaşça süzülen bir ışık hüzmesiydi. Bendim sanki o… akıl sır erdirememiştim.
Gözleri gece kadar siyah, saçları bulutlar gibi yumuşak ve birleşerek uzuyordu. Bu kadının her hareketini ben yapıyor, her nefesini göğsümde hissediyordum. Benim yansımam olan bu kadını izledikçe yüreğime ağrı saplanıyor, git gide ağırlaşıyordu.
Kadına odaklandığımdan aşağıdaki savaşı görmemiştim