"Kaptan, sizden emir bekliyoruz!"
Falken’ın sesi tedirgindi.
Hızla elindeki bıçağı kaldırıp devasa Roch’a doğrulttu. Gözleri, karşısındaki antik varlığa meydan okuyordu.
"Bu arkadaş başımıza biraz bela açacak gibi kaptan. Her ne kadar en zayıf efsanevi kuş olarak bilinse de... Tek başına alt edilecek bir şey değil bu!"
Kısa bir sessizlik oldu. Falken göz ucuyla Sancia’nın yüzünü inceledi. Onun bu sessizlikten sonra ne söyleyeceği, savaşın yönünü belirleyecekti. Fısıltıyla ekledi:
"Kaptan… Gerçekten baş edebileceğine emin misin?"
Sancia, gözlerini Roch’tan ayırmadan konuştu. Sesi sakindi ama içinde çelik gibi bir kararlılık vardı:
"Yaşlı ama tecrübeli bir antik varlık. Elbette kolay olmayacak. Ama düşünmenin sırası değil... İş zamanı. Görünmezliğini kullan, Roch’un sağ tarafına geç. İşaretimi bekle—o an büyülü zincirlerini bedenine sar."
Falken başını eğerek onayladı. O, orduda ki en yetenekli suikastçilerden biriydi. Bu görev için gereken her beceriye sahipti. Ama bir kusuru vardı...
Tam uzaklaşmak üzereyken Sancia'nın sesi tekrar yükseldi, bu kez hafif alaycı bir tonla:
"Ve dikkatli ol... Pençeleri büyük, bir kılıç kadar keskin. O beraber yattığın kızların tırnaklarına benzemez. Bu sefer altta kalan sen olursun."
Falken aniden durdu. Omuzları irkildi. Şaşkınlıkla döndü:
"Kaptan! Şimdi bunu söylemenin sırası mı?!"
Falken’ın yüzündeki panik, Sancia’nın dudaklarında hafif bir tebessüm bırakmıştı. O anlık gülümseme, fırtınanın ortasındaki bir huzur anı gibiydi… ama ne yazık ki, huzur bu savaşta uzun soluklu bir misafir değildi.
Gülümsemesini geride bırakıp derin bir nefes aldı. Gözlerini bir an bile Roch’tan ayırmadan dikkatle onu süzmeye başladı. Bu, sıradan bir düşman değildi. Roch, efsanelerle örülü geçmişin kanlı satır aralarından kopup gelen bir varlıktı. Antik çağların beş büyük canavarından biri… İnsanlığın henüz emeklediği zamanlarda, korkunun, hayranlığın ve çaresizliğin şekil verdiği bir “tanrı”.
Eski çağlarda ki insanlar gökyüzüne bakar, korkuyla diz çöker, Roch gibi varlıkların ismini fısıldayarak onlara kurbanlar sunarlardı. Onları yüceltmek, öfkesiz tutmak için her ayinlerinde kendi büyülerinden parçalar feda ederlerdi. Bu, saygı değil, saf korkunun bir sonucuydu. Çünkü bu canavarlar yalnızca yok etmekle tehdit etmezdi; bir inanç biçimi yaratır, toplumların hafızasına kazınırdı.
Roch ise bu dehşetin canlı mirasıydı. Uzun ve devasa gövdesi, karanlığı bile örtebilecek kadar genişti. Tüyleri kızılın en yakıcı tonunda, bir yangının içinden doğmuş gibiydi. Her adımı yerin titreşmesine, her kanat çırpışı havanın kavrulmasına neden oluyordu. Pençeleri… her biri bir savaş baltasından keskin, gövdesine oranla bile korkutucu büyüklükteydi.
Ama en ürkütücü olan ne tüylerinin kızıllığıydı, ne de pençelerinin biçimsiz gücü.
Hayır.
En ürkütücü olan şey, Roch’un rüzgarı ve ateşi aynı anda kullanabilmesiydi. Elementlerin bile onun varlığında boyun eğdiği bu yaratık, antik metinlerde en “zayıf” kabul edileniydi. Eğer bu en zayıfsa, diğerleri neydi?
Bu düşünce Sancia’nın içinden soğuk bir ürperti gibi geçti. Ama korku onu