Benim için hafıza, önce bir dokuya tutunur: çimenin ıslaklığında, sıcak asfaltın kokusuyla sabahın erken saatinde bacadan gelen ekmek dumanı gibi tüterdi. Sonra gelirdi sesler: bisiklet zincirinin çıtırtısı, top sesi, birinin öteden attığı kahkahayla… En sonunda bir ismin yankısında yaşatırdım kalbimin sesini; bu isim hep Fulya olurdu.
Fulya Arslan…
Söylenişinde hep bir çiçek açar, yaşamıma bir umut doğardı.
Sitemizin adı, ‘Yeni Bahçe’ Evleriydi. Çocuk aklıyla büyük, büyük denilen bir yerdi; iki katlı bloklar, ortasında geniş bir bahçe, ortasına konmuş banklar, akşamüstleri yaşlıların oturduğu o tahta masa. Bizim evle Fulya’nın evi arasındaki mesafe birkaç apartman, birkaç çit geçemeyecek kadar azdı. Yani “yakın” kelimesi burada cılız kalır; zaten yakın olan şeyler, insanın içine yerleşir.
Çocukluğumuz orada geçti. Yaz akşamları, anneler komşunun penceresinden fırın yapma tarifini bağırır, biz futbol oynar ya da duvarlara resim yapardık. Fulya çizim yapmayı severdi; her köşeyi renklendirirdi. Elinde hep küçük, eskimiş bir sabun kutusuyla gezerdi. Annemler, “Kızın işi bu, mürekkep kokusu da ona yakışır” derlerdi ve ben onlara kızardım. Çünkü benim çizgilerim daima düz, planlıydı; onun çizgileri rüzgârın bıraktığı iz gibiydi, kontrol edilmez, serbest.
Bir yaz vardı. On iki yaşımdım. O yaz, dünyamız birdenbire ikiye ayrıldı: Fulya’dan önceki ben ve Fulya’dan sonraki ben.
Bir sabah pencereyi açtım; balkonda oturuyordu. Saçlarını iki yandan toplamıştı. O bakışı hâlâ hatırlarım, gülümsemiyordu, sanki içinden bir şey söylemeye çalışıyor ama dil bulamıyordu.
“Barış,” dedi, “babamın tayini olmuş.” “Tayin mi?” dedim, kelimesi ağırdı benim için. O zamanlar dünyanın uzak köşelerine kaybolma imgesini çağrıştırırdı “tayin” kelimesi; birinin bir daha gelmeyeceği düşüncesi vardı içinde.
“Evet. Şehre gidiyoruz.” Şehir. Hemen her çocuk için kapkara bir kutu gibiydi; içinde trafik, gökdelen, yabancılar. Bizim mahalle, bizim site, bizim ağacımız, bizim sıralı evlerimiz... Hepsi bir anda küçük bir anıya dönüşecekti.
Fulya elinde sabun kutusuyla indi. Ben ise bisikletimin üzerinde duruyordum, dizlerimde hâlâ bisikletin metalinin soğuk izleri.
Ona doğru yürüdüm. Kutuyu avucuma bıraktı; kutunun kapağının içinde, annesinin lavantalı sabunundan kırılmış bir parça vardı. “Lavanta kokusu seni rahatsız eder ama bana hatırlatıyor,” dedi. Sesi titremiyordu, ama gözlerinde bir şey kırılmıştı.
Babası arabayı çalıştırdığında Fulya bana el salladı. O sallanış basitti, ama benim için bir veda kıvılcımıydı.
Hayatlarımız o salınışla bir yerlerden farklı yollara ayrıldı.
O kutu odamda kaldı. Gece onu avuçlayıp pencereden dışarı baktım, yıllar sonra bile o kutunun bakışı farklıydı; içinde bir yazı saklıyor gibiydi.
Yazlar geçer, biri diğerini siler gibi olur. Okul, şehir, sınavlar, gidip gelmeler... Ben büyüdüm. İçime marangozluğun ince acısını yerleştirdim; babamla geçirdiğim saatlerin, talaş kokusunun, el emeğinin bir tür sığınağı oldu. Kimi zaman uykularımda