İstanbul’un sabahları, sanki bütün şehri bir uyku hâlinden çekip çıkarır gibi yavaşça aydınlanırdı. Boğaz’ın serin suları, güneşin ilk ışıklarıyla titrek bir altın rengi alırken, Selim hâlâ gözlerini uyumayan bir şehir gibi açamadığı geceden yeni uyanmıştı. Çocukluğunun geçtiği Çapa’nın dar sokakları, ona yalnızlığın ilk tatlarını vermişti; arkadaşlarıyla geçen zaman, oyunlar, sınavlar… ama en çok da kendi kalbiyle baş başa kaldığı anlar, Selim’in ruhunda bir boşluk bırakmıştı; bir boşluk ki, adını koyamadığı bir özlemin ilk kıvılcımlarıydı.
O gün, okul yolunda yürürken, eski taş duvarlara yansıyan gölgeler arasında kendini bir aynada görmüş gibi hissetti. Henüz on dört yaşındaydı, ama sanki yılların ağırlığını taşır gibi bir hâli vardı. Gözleri, yansıttığı kendi siluetinde bir soruyu arıyordu: “Ben kimim, bu dünya beni neye hazırlıyor?”
Selim’in ailesi, yaşamın rutininde birbirini tamamlayan ama birbiriyle çok da konuşmayan insanlardı. Babasının disiplinli, annesinin şefkatli ama mesafeli tavrı, onun iç dünyasında sessiz bir fırtına yaratıyordu. İşte o fırtına, onu kelimelere, şiirlere ve sonra da düşünmeye yönlendirdi. Günlüğüne ilk kez yazdığı kelimeler, bir aşkı anlatmaktan çok, kendi varlığının farkına varışının ilk cümleleriydi.
Sapanca Gölü kenarındaki Kent Park’ta yürüyüş yaparken gördüğü bir güvercin sürüsü bile, ona bir mesaj veriyordu sanki. Kuşlar, gökyüzünde birbirlerine çarpmadan süzülüyor, ama her biri kendi yolunda ilerliyordu. Selim, kuşların birbirlerine olan bağlılıklarını hayranlıkla izlerken, kendi kalbinde henüz tanımadığı bir boşluğu fark etti: aşk. Henüz bir insana duyulan değil, ruhun kendine ve Allah’a duyduğu aşk…
Evine dönerken, zihninde sürekli dönen sorular vardı. “Ben neden bu kadar yalnızım? Neden kelimeler bazen duygularımı tutamaz?” Sokağın köşesindeki eski bir ağaç, yapraklarını rüzgâra bırakmış, ama kökleri derinlere sıkıca tutunuyordu. Selim, o an fark etti ki, kendisi de köklerini bir yerlere bağlamadan, hakikate doğru yükselemeyecekti.
Geceleri, yıldızlara bakarken yazdığı ilk şiirler, kendi iç dünyasının bir haritasıydı. İlk dizeler titrek, ama samimiydi:
"Kalbim bir pusula, aşk yolunu arar
Gölgeler içinde ışık arar..."
Bu dizeler, onun kendine ve dünyaya açtığı ilk kapılardı.
İçsel Yolculuk ve Sessizlik
Selim’in gençliği, sınavlarla geçen yıllara sıkışmıştı. Disiplinli bir öğrencilik, dışarıdan bakıldığında başarılı ama iç dünyasında sürekli sorgulama hâli… Her ders, her not, onu dış dünyadan ayırsa da, ruhunu besleyen sessiz bir göl gibi derinleşiyordu. Ve her göl, derinliklerinde kendi yansımasını saklar. Selim, o yansımaları görmek için kendi içine dönmeye başlamıştı.
Sokaklarda yürürken gördüğü insanlar, farklı hayatlar, gülüşler ve gözyaşları, ona birer hikâye gibi geliyordu. Her birey, kendi küçük evreninde bir aşk arayışı içindeydi. Selim, insanları gözlemleyerek, aşkın sadece bir duygu değil, aynı zamanda bir yolculuk olduğunu fark etti.
İlk Şiir Denemeleri
İlk defa kaleme aldığı şiirler, ona hem bir sığınak hem de bir rehber