"Bir başrol olmak istiyordu, herkesin parlayan yıldızı... Ama karanlık bir sayfanın içinde, kimsenin istemediği bir karakter olarak, ilk kez kendini gördü.”
Beni herkes tanırdı.
Tanımayanlar da en azından ismimin ağırlığını, gölgelerde bile parlayan ünümü hissederdi.
Scarlett Monreo.
Adım, sahnede yankılanan büyüleyici bir melodi gibi dudaklardan süzülürdü. Güzellik, güç ve kusursuzlukla anılan bir melodi… Ben, Monreo ailesinin kusursuz kızıydım. Bu, seçim değil, bir mirastı. Ve bir mirası kaybetmekten daha acı verici bir şey yoktur.
Okulun bahçesinde yürürken üzerimde gezinen bakışlar… İtiraf etmeliyim, o kontrol hissi, o güven, hayatımın tek sabitiydi. Yanımda yürüyenler, parçam gibi değil—korumam gibi hissedilirdi.
Ben kimdim, biliyor musunuz?
Hikâyenin yıldızı.
Ama yıldız olmak kolay değildi. Zirvede kalmak için güçlü olmalı, rakiplerinizi ezmeli, oyunları ustalıkla oynamalıydınız. Ve kaybetmek… seçenek bile değildi.
O gün, kafeteryada kahvem elimde, aklımda sadece bu vardı: Zirvede kalmak.
"Scarlett, Lily’yi duydun mu?"
Amber’ın sesi beni gerçekliğe çekti. En sadık müttefikim, en keskin silahım.
Lily.
Zavallı, sessiz, kendi hâlinde bir kız.
Onunla neden ilgilendiğimi mi soruyorsunuz?
Basit. Benim olana gözünü dikmişti. Ethan, benimdi. Benim seçilmişim. Benim, bu kurgunun içinde tutunduğum tek gerçeklik.
"Hayır," dedim, dudaklarımda buz gibi bir gülümseme. "Ne olmuş?"
Amber, fısıldayarak anlattı: "Ders sırasında Ethan’a aşk mektubu yazmış! Ama… galiba yanlışlıkla hocaya kaptırmış."
"Gerçekten mi? Hangi yüzyıldayız?" dedim, sesim alaycı bir zehirle süzülürken. "Belki de... ona küçük bir ders vermeliyiz."
Plan kusursuz işledi. Amber'la kurduğumuz o zehirli ağı örerken, midemde hafif bir burkulma hissettim. Görmezden geldim. Duygular, tahtın altındaki cesetler gibi, gömülü kalmalıydı. Birkaç iyi seçilmiş kelime, birkağ dikkatli bakış ve doğru zamanda söylenen yalanlar… Günün sonunda Lily, adını bile savunamaz hâle gelmişti.
Lily'ye baktığımda, güçsüz olmanın ne demek olduğunu görüyordum. Ve güçsüzlük, benim korktuğum tek şeydi. Onu ezmek, içimde büyüyen o boşluğu, o kontrolsüzlük korkusunu bastırmanın bir yoluydu. Belki de nefret ettiğim şey, onun zayıflığı değil, kendi içimdeki onun yansımasıydı.
Ama bir şeyi gözden kaçırmıştım.
Karma.
Yine de…
Bu kadarını hak etmiş olamazdım.
Değil mi?
~
O akşam, odamda yalnızken telefonum titredi. Numara görünmüyordu. Mesajda sadece iki kelime yazıyordu:
“Kütüphaneye gel.”
Kalbim bir an için hızlandı. Birisi benimle oyun oynamak istiyordu. Ve ben oyunları severim.
Özellikle kazandığımda.
~
Kütüphane o saatte mezarlık sessizliğinde olurdu. Ama o gece... farklıydı. Kapıdan içeri adımımı atar atmaz, havadaki değişimi hissettim. Bastıramadığım bir ürperti. Sanki görünmeyen biri, nefesimi kesiyor, tenimi çiziyordu.
Adımlarımın yankısı sanki sonsuz bir kuyuya düşüyor gibiydi. Rafların arasında yürüdüm. Elim, kitapların eski, tozlu ciltleri üzerinde gezinirken bir an için durdu.
Ve sonra... gözlerim ona takıldı.
Orada, en karanlık köşede, diğerlerinden ayrı duruyordu. Sanki ışığı bile içine çekiyor, beni çağırıyordu.
“Gül ve Kılıç.”
Nefesim kesildi. Bu benim en sevdiğim kitaptı. Lise boyunca tekrar tekrar okuduğum, her satırına, her karakterine âşık olduğum