Los Angeles'ın on altıncı katındaki bir çatıda, rüzgar Ellie'nin yüzüne soğuk bir tokat gibi çarpıyordu. Şehir ışıkları aşağıda uçsuz bucaksız bir umut mezarlığı gibi uzanıyordu. Her ışık birinin rüyasıydı. Her bina bir vaatti.
Ve Ellie Harper, otuz beş yıllık hayatında bu vaatlerden hiçbirini gerçekleştirememiş, görünmez bir kadındı.
Elinde boş ilaç kutusu titriyordu. Xanax. Doktorun “sadece gerçekten kötü günlerde kullan” dediği türden. Son iki saatte hepsini yutmuştu.
“Bugün ölüm günüm, daha kötüsü olamaz,” diye düşündü acı bir gülümsemeyle. Çatı kenarına bir adım daha attı. Ayakkabılarının altında çakıl taşları bir gerilim sahnesi gibi hışırdıyordu.
Aşağıya baktı. Başı döndü. Mide bulantısı hissetti ama bunun ilaçlardan mı yoksa yükseklikten mi olduğuna karar veremedi. Aslında yüksekten korkan biri için enteresan bir ölüm tarzı seçtiği de bir gerçekti.
Telefonunu ceketinin cebinden çıkardı. Son bir kez. Sadece son bir kez bakmak istedi.
Instagram hesabı açıldı. Son gönderisi: kendisinin söylediği “Hallelujah” coverının otuz saniyelik bir klibi. Yedi saat önce paylaşmıştı. On iki beğeni. Dört yorum. Yine her zamanki gibiydi.
İlk yorum: “Güzel ses ama yüzün çerçeveye sığmıyor lol” yazıyordu. Yanında ise koca pembe bir domuz emojisi vardı.
Toplumun şişman kadınları sevmediğini biliyordu ama her konuda konunun sürekli şişman olmasına gelmesinden artık bıkmıştı.
İkinci yorum: “Sesini değil suratını düzelt önce şişko,” yazıyordu.
“Düzeltebilsem bu durumda olmazdım, sanırım,” diye mırıldandı kendi kendine, yüzünde acı bir gülümsemeyle.
Üçüncü yorum: “Harika! Yine o iğrenç suratın karşımda.”
Dördüncü yorum annesinden geliyordu: “Lütfen sil şu rezilliği, biri görecek!” yazıyordu ve beş dakika önce atılmıştı.
Annesi her zaman ondan utanmıştı. Haklıydı. Ünlü sıfır beden mankeni Halley Cortez’in böyle bir kızı olmamalıydı. Toplumun da, annesinin de beklentisi buydu.
Ellie telefonu bıraktı. Ekran karanlığa gömüldü.
“Kimse fark etmeyecek,” diye düşündü.
Gözlerini kapattı. Gözyaşları yanaklarından süzülüyordu artık. Soğuk rüzgar tenine işliyordu. Bir ayağını kaldırdı, artık hazırdı. Bu kabus son buluyordu.
“Atlamadan önce,” dedi sakin, İngiliz aksanlı bir ses, “bir şarkı söylesen nasıl olur?”
Ellie dondu kaldı. Kalbi göğsünde çılgınca atmaya başladı. Bir an sesin Arzail’den geldiğini düşündü, sonuçta bu intihar olayları yasaklı ve günah değil miydi?
Sonra sesi arkasından hissetti ve yavaşça döndü.
Çatı kapısının yanında bir adam duruyordu. Kusursuz kesimli koyu renk bir takım elbise giymişti. Saçları karmaşık bir gümüş-siyah karışımıydı. Kırklı yaşlarında olmalıydı. Ama fazlasıyla yakışıklıydı; günlük hayatta olsa ilk bakışta ünlü bir model olduğuna yemin edebilirdi.
Elinde iki kahve bardağı tutuyordu. Yüzünde ne endişe ne korku vardı. Sadece... merak.
“Sen kimsin?” diye fısıldadı Ellie. Heyecan ve korku karışımı bir duygudan dudakları titriyordu.
Adam yavaşça yaklaştı. Adımları ölçülü ve güvenliydi. Çatı kenarından üç metre uzakta durdu ve kahve bardaklarından birini uzattı.
“Adım James Valentine,” dedi. “Ve sen Ellie