Benim adım Şilan. Adımı söylerken dudaklarımın kenarında bir gülümseme değil, dişlerimin arasında sıkışmış bir sır olur hep. “Şilan” derlerdi.. Fakat köyde yaşananlardan sonra, bana asıl adımı hiç söylemediler. Onların dilinde ben, “babasının ikinci karısı”ydım.
Baba derken, bana babalık eden kişiden değil; bana bir ömür biçen adamdan bahsediyorum. Annemin mezarı henüz taşsızken, babamın gözlerindeki boşluk, cebindeki borçtan daha büyüktü. Tarlalar susmuştu, hayvanlar ölmüştü, evimizin direği kırılmıştı. Köyde dul kalmış bir adamın iki seçeneği olurdu: Ya yeniden evlenirdi, ya da evini başkasına emanet ederdi. Babam, ikisini birden yaptı. Evini kurtarmak için, beni evlendirerek kendine ikinci bir eş buldu. O eş bendim. Kendi kızını, kendi boşluğunu doldurmak için “eş” yerine koydu.
Köyde nikâh masaları beyaz örtü değil; kahverengi masa örtüsüne dökülmüş çay lekesi gibiydi. Silsen de izi kalır. Benim nikâhımda da öyleydi. Babam, bana gelinlik giydirdiğini sanıyordu fakat o gelinlik, annemin kefeninden ödünç alınmış bir beyazlıktı. Beni, elli yaşındaki can dostuna “emanet” etmişti. Emanet bazen korunurdu, bazen unutulurdu. Ben unutulan bir emanettim.
Düğün gecesi kapı hafifçe tıklatıldığında, o adam kapı eşiğinde durmuş, gözlerimin içine bakmıştı. Üzerinde oturduğum güllerle süslenmiş yatağın yanına yaklaşarak, eğdiğim başımı kaldırıp bana, “Merak etme... Ne ben ne de bu evde sana kimse dokunamayacak,” demişti. O an anlamıştım ki, bazı dokunuşlar ellerle değil; sözcüklerle olurdu. Ve bazı adamlar, ellerini kirletmemek için dillerini temiz tutardı.
Geceler geçti, sabahlar geçti, aylar geçti. O bana el değil, kalem uzattı. Harfsiz geçen çocukluğuma, harf harf isim yazdı. “B” harfini “benim” diye öğretti, “A” harfini “adım” diye... Ve “Ş” harfini, “Şilan” diye. Kendi ismimi ilk kez o zaman okudum.
İki yıl sonra elime bir bavul verdi, içine elbiselerimi değil, hayallerimi koymamı söyledi. “Kaybettiğin nüfusunu geri alacağız,” dediğinde, bu iki kelimenin ne kadar çok şeyi kapsadığını düşündüm. O gün, adımı, yaşımı ve hayatımı geri aldım.
Dört yılın sonunda, öğretmen Şilan olarak sınıfta duruyordum. Tahtaya kocaman harflerle “emanet” yazdım, ardından çocuklara dönüp, “Emanet sizce nedir?” diye sordum. Kimi “saklamak” dedi, kimi “korumak”... Ben ise onlara, “Emanet, bazen bir insanın hayatını iade etmektir,” diye karşılık verdim.
Köye her gittiğimde aynı fısıltılar kulağımı tırmalamaya devam ediyordu: “Babasının ikinci karısı...” Ama artık o sesi susturmuyordum. Çünkü biliyordum ki, bazı unvanlar alnımıza değil; başkalarının ayıbına yazılır. Ve ben artık kendi adımı yüksek sesle söyleyebilen bir kadındım.
Peki, şimdi siz söyleyin... O adam gerçekten beni kurtaran bir kahraman mıydı, yoksa babamın kirli vicdanını temizlemek için kendi adını parlatan bir fırsatçı mıydı?