Duvar saatinin sarkacı, zamanı değil, sanki sabrı tüketircesine, her iki yana kayıtsız bir metalik tıkırtıyla vuruyordu. Her bir "tık", odanın boğucu sessizliğinde büyüyor, tavana çarpıp Hüseyin’in şakaklarına bir çivi gibi çakılıyordu. Lambanın sarı, yorgun ışığı, tavana kadar yükselen kitaplıkların sırtlarında geziniyor, okunmuş ve okunacak kelimelerin gölgelerini karşı duvara vuruyordu. Burası onların kalesiydi; harflerden, anılardan ve ertelenmiş hayallerden inşa edilmiş bir sığınak. Ama o gece, duvarlar kâğıt kadar ince, kale fethedilmeye hazır gibiydi.
Hüseyin, masasının başında oturuyordu. Önünde duran boş kâğıda bakıyor gibi görünse de, aslında odanın diğer ucundaki silüeti, Maria’yı izliyordu.
Maria pencerenin önündeydi. Perdenin kenarını hafifçe aralamış, tek bir an bile gözünü ayırmadan, aşağıda uzanan karanlık ve boş sokağa bakıyordu. Dışarıdan gelen her motor gürültüsü, her köpek havlaması, her uzak kahkaha omuzlarının hafifçe kasılmasına neden oluyordu. Parmakları pencerenin soğuk pervazında geziniyor, sanki camdan dışarıdaki karanlığa tutunmaya çalışıyordu.
"Hiçbir şey yok," diye fısıldadı Maria. Bu, o akşam söylediği dördüncü "hiçbir şey yok"tu ve her biri bir öncekinden daha az inandırıcıydı. Sesi, camda buğulanan bir nefes kadar kırılgandı.
Hüseyin, sandalyesinde rahatsızca kımıldadı. "Sana söyledim," dedi yumuşak bir sesle. Sakin görünmeye çalışıyordu ama bu, fırtınada bir kibrit yakmaya benziyordu. "Bu gece gelmeyecekler. Bu saatten sonra..."
"Bu saat diye bir şey kalmadı onlar için Hüseyin," dedi Maria, ona dönmeden. "Onların saati her zaman gece yarısı."
Sokağın başından ağır, dizel bir motorun hırıltısı duyuldu. Bir kamyon ya da askeri bir cip olabilirdi. İkisi de donakaldı. Sarkaç vurmaya devam ediyordu: tık... tık... Ses yaklaştı, apartmanın önünde bir an yavaşladı ve sonra uzaklaşarak gecenin içinde kayboldu. Maria'sının tuttuğu nefesini yavaşça bıraktığını duydu.
"Yarın sabah," dedi Maria, nihayet Hüseyin'e dönerek. Yüzü, lambanın ışığında solgun bir mermer gibiydi. Annesinden miras kalan o açık renk gözleri, şimdi endişenin koyu halkalarıyla çevrelenmişti. "Yarın sabah ilk trenle gidelim. Bir süreliğine... Babamın köyüne. Kimsenin bizi bulamayacağı bir yere."
Hüseyin ayağa kalktı. Karısının yanına yürüdü, ellerini tuttu. Parmakları buz gibiydi. "Kaçmak çözüm değil, Maria'm. Kaçarsak, suçlu olduğumuzu kabul etmiş oluruz. Ben suçlu değilim. Sadece yazdım."
"Onlar için yazmak en büyük suç!" Maria'nın sesi bir anlığına yükseldi, sonra tekrar fısıltıya döndü. "O son makale... Gerek var mıydı? O generalin adını vermene... Ne değiştirdi sanki, ha? Söyle, ne değiştirdi? Dünyayı mı kurtardın Hüseyin?"
Hüseyin cevap veremedi. Çünkü Maria haklıydı. Dünya kurtulmamıştı. Sadece kendi sonlarını biraz daha hızlandırmışlardı. Karısının gözlerindeki korkuyu gördü ve içinde bir şeyler kırıldı. Bu savaşı o seçmişti ama Maria'yı da kendiyle birlikte bu siperin içine çekmişti.
Tam onu kendine çekip sarılacakken, kapı çaldı.
Bu, bir misafirin nazik tıklatması değildi. Bu, postacının sabırsız vuruşu da