Sabahın ilk ışıkları, İstanbul’un taş sokaklarına usulca dokunuyordu. Henüz uyanmamış bir kentin nabzı, ince bir sisin ardında yavaş yavaş atmaya başlıyordu.
Pencerenin önünde, elinde kahvesiyle sessizce duran adamın gözleri ufka takılıydı — uzaklarda, çocukluğunun sularına, henüz anlamadığı bir çağrının yankısına bakar gibiydi.
O, geçmişle gelecek arasında asılı kalmış bir zamandı.
Her an, bir öncekine sığmayacak kadar derindi; her nefes, sanki bir duanın yankısıydı.
Kendi hikâyesine dışarıdan bakan biri gibiydi bazen — sanki yaşadığı hiçbir şey ona ait değilmiş gibi. Fakat kalbinin bir köşesinde, unutulmuş bir ezgi, bir mısra, bir çağrı vardı.
O çağrı, yıllardır duyduğu ama hep ertelediği bir sesle fısıldıyordu:
“Dön…”
Bir an, elindeki kahve fincanı titredi.
Buhar, odanın ortasında bir dervişin nefesi gibi kıvrıldı; dağıldı.
O an, bir şey oldu:
Dışarıda martılar çığlık çığlığa uçarken, içeride zaman durdu.
Kendini birden, içindeki aynada görür gibi hissetti.
Ve ilk defa, kendi gözlerinin içine bakmaya cesaret etti.
İşte o anda — bir anın sonsuzluğu başladı.
I. Bölüm Devam – Sessizlikte Doğan
Adam, gözlerini kapattı.
Dış dünyanın sesi silindi; sadece kendi nefesinin ritmi kaldı.
Her nefes, bir zamanın kapısını aralıyordu: geçmiş, şimdi ve sonsuzluk aynı
anda var oluyordu.
İç ses:
“Ne çok kaybettim, ne çok aradım…
Oysa aradığım, hep yanımdaymış.
Gözlerimde, nefesimde, sessizliğimde…”
Bir an için çocukluğunun sokağı belirir gözlerinin önünde:
Taş duvarlı evler, bahçedeki eski ceviz ağacı, rüzgârın yapraklarla konuşması…
Ve bir kuş, çocukken duyduğu ilk aşkın hatırasını fısıldar gibi ötüyor.
“İşte bu ân…
Her kayboluş, her yalnızlık,
Beni buraya, kendi derûnuma götürdü.”
Kalp atışları derinleşir; zaman bir film karesi gibi yavaşlar.
Her sahne, bir işaret, bir işaret ise bir sır taşır.
Adam anlar: hakikat, sadece uzağı aramakta değil, içte saklı olanı bulmakta
gizlidir.
Elini göğsüne koyar; tespih taneleri arasında gezdirir parmaklarını.
Bir tanelik sessizlik vardır, bir tanelik ışık, bir tanelik nefes…
Ve hepsi birleşir, bir ânın içinde erir.
İç ses fısıldar:
“Karanlık da, ışık da sadece birer isim.
Önemli olan, onları kalpte bulabilmek…
İşte bu, bir anın sonsuzluğu.”
Kamera yavaşça uzaklaşır; adam, pencerenin önünde durur, gözleri ufka
takılı.
İçinde bir sükûnet vardır artık.
Sadece bir sükûnet değil — aynı zamanda bir uyanış, bir teslimiyet…
Ve o an, bir ömür boyunca sürecek yolculuk başlamıştır:
Arayış, aşk ve teslimiyetin yolu.