19 yıl önce
Gece göğü, siyah bir kadifenin üzerine serpilmiş donuk taşlar gibi sessizce parıldıyordu. Ormanın derinliklerinde, karanlık kendi nabzıyla yaşayan ağır bir gölgeye dönüşmüştü. Rüzgâr, dalların arasından soğuk bir fısıltı gibi süzülüyor; çalıların ardına gizlenen karanlığı usulca kıpırdatıyordu.
Yapraklar, görünmeyen bir elin dokunuşunu andıran bir ürpertiyle titriyor; gece, kendi içinden doğan bir kederle dolup taşıyordu.
Bulutların arasından kırılgan bir çizgi gibi sızan ay ışığı, toprağın üzerine silik gölgeler bırakırken, Vena elindeki lambayı, kalbini susturmaya çalışan biri gibi sıkıca kavrıyordu.
Göğsünden başlayıp tüm bedenine yayılan acı dünyaya sığamadığı hissini veriyordu.
Gözlerinden akan yaşlara engel olamadan şifalı otlar topluyordu.
Kendini güçsüz hissediyor, bu dünyanın işleyişinden yakınıyordu.
Dünya aydınlığın güçlü kollarına kendini bırakmak isterken, Vena karanlığın nefesinde güven buluyordu. İyi ve kötüyü basit bir bulmaca gibi ayırmak ona doğru gelmiyordu.
Aydınlığın içinde gizlenen lekelere, karanlığın içinde parlayan yıldızlara inanıyordu.
Bu dünyanın lideri de aydınlığın temsil ettiği biriydi. Birçok insan bundan güven duyarken Vena, onun içinde gizlenen lekelerden çok rahatsızdı.
Birden fazla şehri yöneten lord ve leydilerin arasında, Vena gibi düşünenler vardı. Kendi bölgelerinde huzurun hüküm sürmesi için çoğu zaman lidere ayak uydururken, kimi zaman stratejileriyle istediklerini alırlardı.
Lider için ise, tüm lord ve leydiler birer satranç taşıydı.
Vena, bu satranç tahtasının içerisinde yer almasa da atılan küçük zarın tüm kaderi değiştireceğine inanıyordu.
Zarı tutacak eller ona ait olmasa da buna sebep olmak onun için bir onur olurdu.
Düşüncelerinden ve çektiği acının ağırlığından zamanın nasıl geçtiğini anlamayan Vena, evine dönmek için ilerlemeye başladı. Gözyaşlarının bıraktığı buğulu etkiyi elinin tersiyle silen genç kadın bir an kıpırtısız kaldı.
Korku, tüm hücrelerine yayılmıştı.
Bir ses vardı, daha önce hiç böylesine rastlamadığı bir ses.
Bir bebek kahkahası.
Vena beyaz battaniyeye sarılmış bebeği bulduğunda, şoktan kaskatı kesilmişti. Etrafına bakıp birilerini görmeye çalıştı.
İki çift gri gözden başka kimse yoktu.
Bebeği kucağına aldı ve lambayı biraz uzakta tutup incelemeye başladı.
Gri gözler, simsiyah saçlar, kırmızı dudaklar ve bembeyaz bir ten.
Ve durmadan dudaklarından dökülen kahkahalar...
Bebeği izledikçe, içini tarifi imkânsız bir huzur kaplıyordu. Kahkahaları onu da gülmeye zorluyor, dünyadan soyutlanıyordu.
Böylesine huzur veren bebeğin ruhunu yansıtan sembolü merak eden genç kadın, bebeğin omzunu açtı ve bir sembol aradı.
Sembol yoktu.
"Nasıl olur?" dedi Vena. "Bu nasıl mümkün olabilir?"
Haklıydı. Bu mümkün olamazdı.
Dünyadaki herkes bir sembolle doğardı. Bu semboller kişinin ruhunu yansıtır ona armağan bırakırdı. Kimi sembol aydınlığı, kimi sembol karanlığı temsil ederdi.
Vena yüzyıllar önce yıkıma sebep olan ruhu kusurlu insanları hatırladı.
Silik sembollüler.
Dünya, onların cehennemden kaçan ruhu kusurlu iblisler olduğuna inanmıştı. Herkesten güçlü olan ruhu kusurlular, ilk başlarda kimseye bir zararları dokunmazken bir masum ya da suçlu ayırt etmeden yıkım getirecek kadar kötülüğe bulanmışlardı.
Vena, onların bu hale