Genç kadın, elindeki poşetlerin kulplarını parmaklarına gömülürcesine sıkarak hızlı adımlarla evine yetişmeye çalışıyordu. Akşamın nemli soğuğu ciğerlerine işlemiş, üstüne yaprakların ıslak kokusu sinmişti — sonbahardı; rüzgâr sokağın köşesindeki kurumamış yaprakları savuruyor, lambaların solgun ışığı sararmış kaldırımları boyuyordu.
Arkasından gelen bot sesleri, yerdeki ıslak yaprakların hışırtısıyla birleşip kalp atışlarını hızlandırıyordu. Omuzlarını yukarı çekti; enseyi saklamak, görünmemek istercesine.
Adımlarını hızlandırdı. Sadece on metre kalmıştı ıssız sokaktan kurtulmaya. Mahallenin muhtarına defalarca söylemişti lambaları tamir etmesi için; iki haftadır burası, bu dar sokak, neredeyse geceyle bütünleşmişti. Uzun gölgeler duvarlara yapışmış, pencerelerden sızan zayıf ışıklar bile güven vermiyordu.
İşten olabildiğince erken çıkmaya çalışmıştı. Geceye kalmamak için acele etmiş; ama bir bisikletliye çarpınca otobüsü kaçırmıştı. Diz kapağının iki parmak altındaki siyah elbisesinin açıkta bıraktığı bacağında kazanın hafif izi duruyordu — deri çizik çizik, kurumuş kanın bıraktığı çizgiler hâlâ belli oluyordu. Üşümüş elleri poşetlere daha sıkı sarıldı.
Sesler arkadan yaklaşıyordu; bir an durup arkasına bakmak istedi ama cesaret edemedi. Sadece birkaç adım daha… Tam o sırada, arkasındaki beden bir rüzgâr gibi yanından geçti. Kadın gözlerini sıkıca kapadı; darbe almamıştı. Ürkekçe tek gözünü araladı — karşıdaki adam hızlıca ilerliyordu, gölgesi uzuyor, adımları ritimsizdi.
“Oh…” diye nefeslendi, göğsü yanıyordu.
İki poşeti daha sıkı kavradı, iki adım daha attı; o an dudaklarına kaplanan el soğuk ve nasırlıydı. Gözleri aniden fal taşı gibi açıldı. Nefesi boğazında takıldı; çığlığı büyük, pürüzlü eller tarafından yutuldu.
Çırpındı. Her kıpırdanışında arkasındaki beden ona daha sıkı yaslandı; soğuk bir ağırlık, nefesini kısan bir gölge gibiydi. Gözlerinden, adeta birer ip gibi, yaşlar süzüldü; yanaklarına damlayan soğuk damlalar rüzgârda yok oldu.
“Şşş…” diye tısladı bir ses — kuru, tehditkâr. “Sessiz ol, yoksa boynunu keserim.”
Kadın, çırpınmaya devam ettikçe eline bastırılan nesnenin — ince, parlak bir şeyin — soğuk yüzeyi boğazına daha sert değdi. Havadaki metalik koku, ıslak asfaltın kokusuyla karıştı. Kalbi göğsünde bir suç gibi çarpıyordu.
“Elimi çektiğim an ses çıkarırsan… ölürsün.” Ses, hiç tevazusuz, buz gibi ve usulca bir tehdit gibi düştü geceye. Kadının tüm dünyası tek bir noktaya, çığlığını yutmuş dudaklara sıkıştı; sokak lambasının titrek ışığı, yakınlarda bekleyen karanlığın derinliğini daha da koyulaştırdı.
Kadın başını titrekçe aşağı yukarı salladı. Öndeki adama baktı bir an; içinden sola dönmemesi, arkasına bakması için yalvardı ama adam karanlıkta kaybolunca korkuyla gözlerini kapadı.
Dudaklarındaki el çekildi; uzun boylu beden karşısında dimdik durdu. Kadının sıcak nefesi havada küçük, beyaz bir bulut gibi dağılıyordu.
“E-Esat… s-senin ne işin var burada?” diye kekeledi.
Adam iğrenç bir gülümseme kondurdu yüzüne. Kadın bir adım geri çekilince adam hemen bileğini yakalayıp kendine doğru çekti.
Ona dokunmak, adama derin bir haz veriyordu; kadının