Feza direksiyonu sola kırarken, Kaya’nın telefonun ucundan savurduğu beddualar art arda geliyordu.
“İnşallah saçlarını şampuanlarsın da sular kesilir. İnşallah çayını koyduktan sonra şekerin bittiğini anlarsın salak.”
Feza kaşlarını çatarak, “Ben çayı şekersiz içerim. Bari doğru beddua oku,” diye karşılık verdi. Kaya’nın görmeden bile gözlerini devirdiğini adı gibi biliyordu.
Ama Kaya durmadı, asla da durmazdı.
“İnşallah postallarının içine su kaçar da ayakların mantar olur. İnşallah düz yolda düşersin de havan söner.”
Onun beddua repertuvarı sınırsızdı; dedikoducu teyzelerle yarışırdı. Bu huyu karşı komşuları Rukiye Teyze’den kapmıştı. Mesai bitimlerinde iki paket bol tuzlu çekirdek alıp Rukiye Teyze’nin kapısında saatlerce dedikodu yaparlardı. Feza da yanlarından geçerken göz devire devire eve girerdi.
“Kes salak,” dedi Feza, karanlık dağ yolunda farlarının aydınlattığı her gölgeyi inceleyerek. Yol ıssız, hava keskin soğuk, sessizlik uğursuzdu. Benzini azdı; en son durduğu benzincideki pompacıya uyuz olduğu için almamıştı. “Şırnak’a kadar idare eder,” diye düşünmüştü, ama ibre tehlikeli seviyeye yaklaşmıştı. Bu yol niye bitmiyordu? Az önce bir kurt uluması duymuştu. Kaya arayınca da dilinden kurtulmak için hemen açmıştı, çünkü onu beklemeden yola çıkmıştı.
Feza ve Kaya, yetimhaneden tanışıyor, kardeşten öte bir bağ taşıyorlardı. Kumral saçları, yeşil gözleri yüzünden herkes onları öz kardeş sanırdı. Yaş aldıkça yabancıların yorumları değişse de, onlar hiç umursamamıştı. Asker olma hayallerini birlikte gerçekleştirmişlerdi. Feza daha çok çalışıp onun komutanı olmuştu ama bu, aralarındaki bağı bozmamıştı. En son başarılı bir operasyondan sonra tayinlerini bu şehre aldırmışlardı. Timleri de peşlerinden gelecekti.
Yıllarca biyolojik ailelerini aramışlardı. Kaya hâlâ ailesinden iz bulamamıştı ama geçen ay Feza ile ilgili bir gelişme olmuştu. Şırnak’a gelmesinin sebebi buydu.
Kaya’nın sesi telefonda yükseldi: “Sen nasıl beni beklemeden yola çıkarsın FEZA! Bir gün daha bekleyemedin mi? Arabayı da almışsın!”
“Abartma. Bir gün daha bekleyemezdim. O aileyi görmem lazım. Yarın otobüsle gelirsin,” dedi Feza.
Kaya küfretti, söylenip durdu,“Aklına tüküreyim lan ben senin. Allah’tan lojmanı önceden ayarlamışız. Sokaklara düşecektin yoksa. Varınca beni ara. Bu gece yola çıkacağım,” deyip yüzüne kapattı.
Böyleydi onlar. Kavga eder, bağırır, küfreder ama birbirinden kopamazlardı. Bu hayatta en çok birbirine değer verirlerdi.
Feza telefonu ön konsola takıp yan koltuktaki poşetten bir paket cips aldı. Tam ağzına bir tane atmıştı ki yol kenarında bir kıpırtı gördü. Kaşları çatıldı, eli refleksle torpidoya gitti. Bu dağ yolunun başlangıcında devriye gezen askerler onu durdurmuş, bu yolun tekin olmadığını söylemişlerdi. Yüzbaşı kimliğini göstererek geçmişti ama tetikteydi.
Burası kestirmeydi çünkü.
Arabanın hızını düşürdü, montunun fermuarını açtı. Ay ışığında ağaç gölgelerini tararken, birden ani fren yaptı.
İri yapılı bir adam yolun ortasında dikiliyordu. Simsiyah saçları ve kahverengi gözleri far ışığında parlıyordu. Siyah kot pantolon ve mont giymişti. Eliyle