Adana’nın çorak topraklarında, bir aşiretin ağalığı için kan dökülür. Kardeşini öldüren ağa, geride küçük bir kız çocuğu bırakır: Ezel. Henüz çocukken amcasının himayesine giren Ezel, yıllar boyu horlanır, itilip kakılır. 15 yaşına geldiğinde, kader diye önüne konulan evlilikle amcasının oğluna nikâhlanır.
Ama bu evlilik ne yuva olur ne de huzur. Ezel’in kocası, onu kadın yerine koymaz, sevgisini esirger. Yıllar geçer, Ezel’in rahmindeki sorun yüzünden anne olamayacağı ortaya çıkar. Bu kez kaynanası ve kocası, üstüne kuma getirir: Üstelik bu kuma, Ezel’in öz dayısının kızıdır. Ezel, iftiralarla, horlanmalarla, ihanete bulanmış bir hayatın içinde savrulur.
Ancak onun yüreğinde sessiz bir isyan büyür. “Töre” diye önüne konan zincirleri kırabilecek midir? Yoksa kader diye kabullendiği bu karanlık ona mezar mı olacaktır?
Kanlı Toprak
Bölüm...Adana ovasında, güneş her zamanki gibi acımasızca kavuruyordu. Tarlaların üstünde toz duman, insanların üstünde töre ağırdı. Herkesin gözü, Karazehir aşiretinin ocağındaydı. Çünkü bugün kan akacaktı, herkes biliyordu.
İki kardeş… Aynı babadan, aynı kandan gelen iki adam. Ama ağalık hırsı, kardeşliği çoktan toprağa gömmüştü. Büyük olan Halil Karazehir, küçüğüne kurşun sıkmak üzereydi. Küçüğü Mehmet Karazehir’in gözlerinde korku yoktu, sadece hayal kırıklığı vardı.
— Halil… Ben senin kardeşindim, dedi kısık bir sesle.— Kardeşlik, ağalık yoluna kurban olur! dedi Halil, dişlerini sıkarak.
Bir el silah sesi yankılandı. Adana’nın kavrulmuş toprağına Mehmet düştü. Geriye ardında sadece küçük bir kız bıraktı: Ezel.
Ezel o an sadece beş yaşındaydı. Babasının kanı toprağa karışırken, annesinin çığlığı göğe yükseldi. Ama ne çığlık ne gözyaşı, bu topraklarda bir şey değiştiremezdi. Çünkü burada töre, ölümden bile güçlüydü.
Halil Karazehir, öldürdüğü kardeşinin kızına baktı. Çocuğun gözleri korkudan değil, öfkeden doluydu. O küçük yaşta bile susarak meydan okuyan bir bakışı vardı.
— Bundan sonra bu kız bizim himayemizde, dedi Halil.Ama o “himaye” kelimesinin altında merhamet değil, sadece yük vardı.
Yengesi Hacer Karazehir, çocuğa bakarken dudaklarını büzdü:— Babasız büyüyen kız, yarım kalır. Bizim evde ekmeği fazla etmesin.
O günden sonra Ezel’in çocukluğu yetimlikle değil, horlanmayla yoğruldu. Gün geldi çamaşırların içinde kayboldu, gün geldi tarlalarda ayakları kavrularak çalıştı. Ama hiç ağlamadı. Çünkü o bilirdi; bu topraklarda ağlayan sesi kimse duymaz.
Yıllar böyle geçti… Ezel on beşine geldiğinde, kader ona yeniden kurşun gibi saplandı. Amcası Halil, onu kendi oğluna nikâhladı. Daha çocuk denecek yaşta, gelinlik giydi.
Düğün gecesi herkes oynadı, herkes güldü. Ama Ezel’in içi buz kesmişti. Göz ucuyla kocasına baktı. Ömer Karazehir... Onun gözlerinde sevgi değil, bir yabancının soğukluğu vardı.Ne bir tebessüm etti, ne de bir söz söyledi.
Ezel, o gece anladı:"Benim kaderim, gönlü benden olmayan bir ağaya yazılmış."Ezel’in gelinliği üzerinden daha birkaç yıl geçmişti. Yaşı yirmiye yaklaşmıştı ama kalbi hâlâ on beşinde, babasının kanlı toprağına bakıp sessizce ağlayan çocuktu. Ömer’le evliliği, ne sevgiye benziyordu ne de bir yuvaya. Yan yana yatıyorlardı ama aralarında uçurum vardı. Ömer, geceleri çoğu zaman dışarıda kalıyor, evine geldiğinde de yüzüne bakmadan odasına giriyordu.
Ezel bu ilgisizliği içine atıyor, ses etmiyordu. “Belki zamanla sever, belki gönlü bana ısınır” diye düşünmüştü en başta. Ama yıllar geçtikçe öğrendi ki, bu evlilik bir gönül işi değil, töre borcuydu.
Aradan üç yıl geçti. Ezel hâlâ çocuk sahibi olamamıştı. Köyde fısıltılar başlamıştı. Komşu kadınlar çeşme başında su doldururken mırıldanıyordu:— Gelin boş, dediler.— Olmazsa olmaz, kocası üstüne kuma getirir, dediler.
O sözler kulaktan kulağa yayıldıkça kaynanası Hacer’in yüreği taşlaştı. Hacer Karazehir, ince uzun boylu, sert bakışlı bir kadındı. Aşiretin