> “Bir insan yola düşmeden önce, yolu hep dışarıda arar.
Oysa hakikat, içimizdeki en sessiz sokağın kapısına gizlenmiştir…”
---
Rüzgâr, sabahın ilk seherinde taş duvarlara dokunuyordu.
Şehrin gürültüsü henüz uyanmamış, sokaklar uykusuz bir derviş gibi kendi nefesini dinliyordu.
O, bu sessizlikte yürüyordu — ne bir hedefi vardı ne bir yönü.
Yalnızca içinde bir çağrı, bir yankı, bir “gel” sesi…
Kime, nereye, niçin olduğunu bilmiyordu.
Ama kalbinde bir yer, adını hatırlayamadığı bir huzura dönmek istiyordu.
Bir bankta oturdu. Cebinden eski bir tesbih çıkardı — dedesinden kalmaydı, sararmış ipleriyle zamanın yorgunluğunu taşırdı.
Parmakları boncuklara dokundukça, sanki her bir tanede bir sır uyandı:
“La ilâhe illallah…”
Rüzgâr sustu, şehir dinledi.
“Ben kimim?” dedi içinden.
Ses yankılandı: “Yola düşensin.”
“Peki nereye?”
“Yokluğa, ama yok olurken varlığa.”
Bir an başını kaldırdı; karşısındaki vitrin camında kendi suretini gördü.
Modern zamanın elbiseleri içindeki bir insan… ama gözlerinin ardında kadim bir yorgunluk vardı.
O anda fark etti — şehir değişmişti, ama arayış aynıydı.
Dervişler tekkelerde değil artık; ruhlarının ıssız köşelerinde nefes alıyordu.
Bir adım attı.
Bir sokak beliriverdi önünde — sanki hiçbir haritada olmayan bir yer.
Ne tabelası vardı ne de sonu.
Yalnızca taş duvarlarda yankılanan bir nida:
“Gel, seni senden alacak olana…”
I. Bölüm: Yola Düşen (devam)
Adımlarını sokak taşlarına bıraktıkça, kalbinin ritmi değişiyordu.
Daha dün, insanların arasında kaybolmuş bir yüzdü o;
Bugünse, adını bilmediği bir hikâyenin başkahramanı olmuştu.
Ne olduysa, bir bakışta, bir sessizlikte, belki de bir sabır kırıntısında olmuştu.
Kalbi, tıpkı sabah kuşları gibi, bir menzile yönelmişti artık.
Kaldırımlardan birinde, yaşlı bir adam oturuyordu.
Elinde solmuş bir kitap, sayfaları rüzgâra bırakılmış gibiydi.
Göz göze geldiler.
Adam gülümsedi — ama bu, bir insanın gülümseyişi değildi.
Sanki o tebessüm, ezelden beri var olan bir rahmetin yankısıydı.
“Bir yer arıyorsun, değil mi?” dedi.
Sesinde ne soru vardı, ne merak; yalnızca bilmenin sükûtu…
“Evet,” diyebildi güçlükle. “Bir şey arıyorum, ama adını bilmiyorum.”
Adam, kitabın bir sayfasını işaret etti:
Ø “Arayan, aradığını değil; arayışını bulur evvelâ.”
Sonra yavaşça ayağa kalktı,
Ve sanki yılların gölgesinden süzülerek kayboldu kalabalığa.
Ne geldiği bilindi, ne gidişi.
Ama o andan sonra şehir aynı kalmadı.
Kuşlar daha derin öttü, rüzgârın sesi zikre dönüştü,
Ve genç adamın içindeki sessizlik konuşmaya başladı:
“Sen, arananın içindesin.”
O gece, evine döndüğünde hiçbir şey aynı değildi.
Eşyalar bile başka bir hakikatin sessiz tanıkları gibiydi.
Yastığının altına tesbihini koydu,
Ve ilk kez ellerini yüzüne değil, kalbine sürdü:
Ø “Ya Hû… eğer Sen varsın, beni bana bırakma.”
Uyumadı o gece.
Çünkü uykunun kapısı kapanmadan, kalbin kapısı aralanmıştı artık.
Bir ses, bir nefes, bir dergâh…
Henüz görünmüyordu ama içindeydi.
O dergâh, kendi derinliğinin sessiz kubbesinde yankılanıyordu.