Kırık Yeminler ve Küller Altında Saklanan Gece
Yıllar önce…
Şehir daha sessiz, gökyüzü daha parlaktı.
Karahanlar ve Yalçınlar, şehrin iki köklü ailesi, nefretle yoğrulmuş bir geçmişin ardından ilk kez aynı sofrada oturmuştu.
Kim derdi ki o sofrada atılan bir imza, hem umudu hem felaketi getirecekti…
Demir Karahan; adı gibi sert, yüzü çizgilerle dolu bir adamdı.
Omzunda yalnızca ailesinin değil, yıllardır süren kanın yükünü de taşırdı.
Karşısında Harun Yalçın vardı; ak saçlarının altında hâlâ keskin bir bakış, hâlâ gençliğinden kalma bir hırs parlıyordu.
İkisi de artık yaşlanmış, geçmişte birbirini defalarca kanla sınamıştı.
Ama o gün, ikisi de çocuklarının ve torunlarının geleceği için kılıçları kınlarına koymaya niyetliydi.
Sofrada atılan imza, sadece kâğıda değil, yüreklere de kazındı.
O kâğıt, "Altın Anahtar"ın Karahanlar’ın himayesinde kalmasını, ama topraklardan ve ticaretten iki ailenin de eşit faydalanmasını öngörüyordu.
Bu anahtar, sadece bir sembol değil; şehrin göbeğinde, eski taş surların ardında saklanan, zengin madenlerin, eski belgelerin ve kudretin kapısını açan bir güçtü.
Demir Karahan, o anahtarı teslim alırken başını eğdi; düşmanının bile gözlerine baktı ve “Bu bizim onurumuz” dedi.
Harun Yalçın da elini uzattı, "Onurumuz da ortak, geleceğimiz de" dedi.
O an salonda soğuk bir sessizlik olmuştu, ama kimse içindeki kuşkuyu açık etmedi.
Ama ihanet sessiz yürür.
Ve o gece, hain bir nefes, gecenin karanlığında yankılandı.
Harun’un oğlu, Rıza.
Açgözlülüğü, hırsı, babasının bile göremediği bir körlüğe dönmüştü.
Altın Anahtar’ın gerçek yerini öğrendiğinde, ilk düşündüğü şey aile şerefi değil, kendi gücü oldu.
Bir gece, gizlice anahtarı yerinden aldı; eski haritaları ve belgeleri kendi adamlarıyla değiştirip, Karahanlar’ı tuzağa düşürdü.
Karahanlar, ellerinde gerçek sandıkları anahtarla boş bir kasayı açtıklarında, her şey için çok geçti.
O gece Karahanlar’ın onuru kırıldı; Demir Karahan, oğulları ve torunlarının yüzüne bakamaz oldu.
Ve Harun Yalçın, oğlunun ne yaptığını öğrendiğinde, Rıza’yı ailesinden kovdu… ama olan olmuştu.
O andan sonra barış bir daha adını anamadı.
Kan yeniden toprağa aktı, nefret yeniden kök saldı.
O sofrada atılan imza, artık sadece külden bir hatıra kaldı.
Ve yıllar geçti.
Küller soğudu, ama intikam ateşi hiç sönmedi.
Şimdi yeni bir nesil var:
Taygun Karahan: sessiz, soğuk, ailesine yüklenen onurun altında ezilen bir varis.
Ve Miran Yalçın: gözlerinde isyan parlayan, kimseye boyun eğmeyen bir kız.
Onlar, başlatmadıkları bir savaşın ortasında kaldılar.
Bir ihanetin, bir kırık yeminin ve bir anahtarın gölgesinde doğdular.
Ve her ne kadar yolları düşman olarak kesişecek olsa da… kader, bambaşka bir hesap yapıyordu.
______
Ben Miran Yalçın.
Yalçınlar’ın asi kızı, dediler.
Ne kadar doğrudur, bilmem.
Ama bildiğim tek bir şey var: Bu hayat bana savaşmayı öğretti.
Daha doğmadan önce bile nefret vardı bu topraklarda.
Biz doğduğumuzda nefret, kan gibi akıyordu damarlarımızda.
Dedem Harun’un hikâyesi, babamın öfkesi, amcamın suskunluğu…
Her biri bana miras kalan bir yük oldu.
Ben bu yükü taşımayı seçmedim.
Ama bir gün, o yükü