Yıl 1802. Üsküdar sabaha gri bir sisle uyandı. Boğaz’dan yükselen nemli hava, taş sokakların arasından geçmişin ayak seslerini taşıyor; minarelerden ezan, uzaktan kilise çanları yükseliyordu. Şehir, inançların birbirine dokunduğu bir dokumaydı.
Üsküdar yalnızca bir semt değildi; zamanın dokunmuş hâliydi. Taşlarında dualar, çeşmelerinde yarım kalmış hikâyeler saklıydı. Normalde sabahları simit kokusuyla açılır, akşamları denizden gelen tuzlu rüzgârla uykuya dalardı. Ama o sabah… sokaklar nefesini tutmuştu. Çünkü Elif, artık nefes almıyordu.
Cami ile kilise arasındaki taş yolda yatıyordu. Sabahın solgun ışığı, cansız bedeninin üzerine çekingence düşüyordu. Boğazında mor bir iz, elleri sanki son bir yakarışta kenetlenmişti. Havanın tuzu, kanın demir kokusuna karışmıştı. Mahalle önce sustu — öyle bir sessizlikti ki, bir kuş kanat çırpsa duyulacaktı. Sonra fısıltılar sardı sokakları. Fısıltılar büyüdü, bağırışa dönüştü. Ve bağırış, suçun adını çoktan koymuştu.
İlk dava dosyası masama bırakıldığında gözüm bir isimde takılı kaldı: Yorgi Efendi. Yıllardır esnaflık yapan, Rum kökenli, sessiz bir adam. Delil yoktu. Ama öfke vardı. O öfke, taş olup Yorgi’nin dükkânına yağdı. Vitrin camı örümcek ağı gibi çatlamış, kırıkların arasında ezilmiş zeytinler, devrilmiş un çuvalları saçılmıştı. Kapının önünde, hâlâ sıcaklığı üzerinde taş atan ellerin izleri duruyordu. Uğultu avluyu dolduruyordu: “Kadı