İlk görüşte sürükleniş🪻
Dünyanın yedi harikasına hayranlıkla bakardı insanoğlu. Tarihten miras kalan görkemler, doğanın el verdiği eşsiz güzellikler elbette göz kamaştırırdı. Fakat insan, zamanla gözünün önündeki mucizelere bile alışır; onları farkında olmadan sıradanlaştırırdı. Oysa bazı değerler vardı ki, ne tarih ne de zamanla ölçülmezdi.
Vatan… Doğduğun yerin adı olmaktan öte, ruhunun en derinlerine ince ince işlenen, kalbini kavuran büyük bir aşktır. Sahip olduğun en büyük servet, uğruna ömrünü adadığın en büyük gayendir. Nerede olursan ol, hangi diyarda soluklanırsan soluklan, bir Türk gözlerinin önünde de, gönlünün derinliklerinde de kendi topraklarını taşır. Çünkü bilirdi ki, varlığını ve kimliğini süsleyen en kutsal değer, Türklüğün kendisidir.
Derler ki, coğrafya kaderindir. O halde bu vatanın dağlarında yankılanan her türkü, rüzgârla dalgalanan her bayrak, Türklüğün hem kaderi hem de en güzel rastlantısıdır.
Yıllardır okyanusları aşmış, ufkun ötesinde yol almıştı. Gittiği her limanda yeni manzaralar, yeni hayranlıklar bulmuştu. Ama hiçbir deniz, İstanbul Boğazı’nın mavisinde gizlenen o büyüyü barındırmıyordu.
Dünyanın dört bir yanında, kendine has güzellikler, nefes kesen harikalar vardı elbette. Yine de hiçbiri, Boğaz kıyısında oturup ince belli bir bardaktan çay yudumlamanın huzurunu vermezdi ona. Dalgaların kıyıya vuran sesiyle gözlerini manzaraya daldırmak, başka hiçbir yerde bulunmayan bir sükûnetti.
Asya için her ülke gezilebilirdi; fakat İstanbul, hep kalbinin en gizli köşesinde saklı kalırdı. Sadece İstanbul değildi tabi Türkiye’nin her toprağı paha biçilemezdi. Koskoca bir köke sahipti. Türkmenler… Nesiller boyu toprağına tutunan, rüzgârlara meydan okuyan, dimdik ayakta duran bir çınardan farksızdı. Büyük dedelerinden başlayarak her kuşak, bu topraklara alın terini, emeğini, onurunu ve ahlakını da kazımıştı.
Onların kurduğu düzen, geçim kaynağından çok, dürüstlüğün ve doğruluğun temelleri üzerine inşa edilmiş bir mirastı. Koca bir çınarın gölgesi gibi büyüyen o emek, zamanla dallanıp budaklanmış, nesilden nesile aktarılan bir şirket ağına dönüşmüştü. Ve Türkmenler için bu miras, karakterlerinin en sağlam nişanesi olmuştu.
Ülkelerine değer katarken büyüyor, bu doğrultuda yollarında da güçlenerek ilerliyorlardı. İstanbul’un en köklü ve en prestijli deniz ticareti şirketinin zirvesinde, onlar vardı. Asya, genç yaşına rağmen taşıdığı sorumluluk ağırdı; ama onun kalbini ve adımlarını yönlendiren, çınar kadar güçlü ve vakur babasıydı. Ne zaman sırtını ona yaslasa, Süleyman Türkmen bütün varlığıyla kızına sarsılmaz bir güven aşılıyordu. Asya, onun gölgesinde öğrendiği her bilgiyi, tattığı her duyguyu, miraslarının en kıymetli hazinesi olarak görüyordu. Çünkü biliyordu ki servet, babasının ona emanet ettiği köklü değerlerde saklıydı.
Türklük sevgisi… Başkalarının gözünde belki abartı, belki gereksiz bir tutkuydu. Oysa Türkmenler için bu; nesiller boyunca taşınan büyük bir asalet, aynı zamanda da omuzlarına yüklenmiş asil bir sorumluluktu. Çünkü onlar için Türklük, onurla korunması, yaşatılması ve gelecek nesillere eksiksiz aktarılması