Kara ringe adımını attığında seyirciler coşkuyla ayağa kalkmıştı. Salonun ışıkları üzerine vuruyor, gölgeleri bile sanki onunla dövüşmeye hazır bekliyordu. Rakibi, Kara’dan en az iki kafa uzun, iri yapılı, kas kütlesinden oluşmuş gibi duran bir adamdı. Salonun uğultusu yerini, hakemin gong sesiyle başlayan derin bir sessizliğe bıraktı.
İlk raundda Kara adeta fırtına gibi başladı ama kısa sürede rakibinin yumruklarıyla sendeledi. Rakibin kolları ağır bir çelik gibi her savrulduğunda Kara’nın yüzüne, gövdesine çarpıyordu. Burnundan kan fışkırdı, kaşı yarıldı. Seyirciden “Bitti bu iş” fısıltıları yükseldi. Dizleri titremeye başlamıştı, bir ara iplerin üstüne yığıldığında herkes hakemin maçı bitireceğini sandı.
Ama Kara’nın gözlerinde bir şey parladı. Vazgeçmeyen, inatçı bir kıvılcım… Sanki her yumruk daha fazla hırs dolduruyordu içine. Nefes almakta zorlanmasına rağmen bir fırsat yakaladı: Rakibinin tam gardı düşmüşken, Kara sol kroşeyle çenesine, ardından tüm gücüyle sert bir sağ kroşeyle şakağına vurdu. Salon çınladı. Rakip sendeledi, bir adım geri attı ve yere kapaklandı.
Hakem saymaya başladığında kalabalık bağırıyordu: “Kara! Kara! Kara!” Rakip kalkamadı. Kara ringin ortasında yorgunluktan neredeyse yıkılacak halde duruyordu. Gözleri kanla dolmuştu, dudakları patlamış, nefesi kesik kesikti. Ama kazanan oydu.
Seyirciler çığlık çığlığa zaferi kutlarken, kalabalığın arkasında bir köşede karanlıkta sessizce onu izleyen biri vardı. Yüzü seçilmiyordu, gölgelere karışmıştı. Bakışları keskin, dikkatliydi. Ne alkışlıyordu ne de tezahürata katılıyordu. Sadece Kara’ya odaklanmıştı. O gizemli figürün varlığını Kara hissetti ama kimin olduğunu anlayamadı. İçinde tuhaf bir ürperti dolaştı.
Sanki bu zafer, yeni bir başlangıcın sadece ilk adımıydı…