İki yıl... Zaman acının üstüne sessizce toz gibi birikiyor. Başta her şey keskin, her şey yakıcı oluyor. Sonra bir gün uyanıyorsun ve fark ediyorsun: O kadar çok ağlamışsın ki, gözyaşların bile seni terk etmiş. Bugün o gündü. Aynaya baktım. Artık tanıyamadığım kendimi izledim.“Yeter,” dedim kendi kendime. Bittiği yerden tekrar başlamalıydım. Kırıldığım yerden tekrar yeşermeli. Bundan sonrası yeni bir okul, yeni insanlar, belki de yeni bir ben. Burada, okulda olmak bana iyi gelecekti. Öyle olmalıydı.Mermer lavabonun üzerine eğildim ve aynadaki yüzüme tekrar baktım. “Başlamak zorundasın,” diye fısıldadım kendi kendime. Sesim, mermer duvarlarda yankılandı. Bu benim yeni başlangıcım olacaktı. Derin bir nefes aldım ve dışarı çıktım.
Okul dışarıdan gri, heybetli bir kale gibi görünse de içerisi canlı, nefes alan bir yapıydı. Duvarlar kadim, el yapımı taşlardan örülmüştü.Etrafı incelerken tam o anda sert bir gövdeye çarptım. Dengemi kaybetmek üzereyken toparlandım. Kafamı kaldırdığımda gözlerime ilk çarpan, yüzüne yerleşmiş keskin yeşillerdi. Ardından simsiyah saçlarının arasındaki kızıl tutamı gördüm. Göz göze geldik. Bakışlarında huzursuzluk vardı. Vücudundan yayılan yoğun, yakıcı bir ısı tenime değdi. Hiçbir şey söylemedi. Tek kelime etmeden yanımdan geçti. Kaşlarımı çattım ve burnumdan keskin bir nefes verdim. “Cidden mi?” diye fısıldadım. “Özür bile yok mu?” Ama çocuk çoktan uzaklaşmıştı; adımları koridorun uğultusunda kaybolurken öfkem içimde birikti. Daha fazlasını söylemedim; hızlı adımlarla sınıfa yürüdüm, yüreğimde tuhaf bir gerginlik vardı.Sınıfın kapısının önünde birkaç saniye duraksadım, ardından içeri girdim. Kapıyı açtığımda sınıf çoktan doluydu. Kürsünün önündeki yaşlı kadın bana hafifçe gülümsedi. “Hoş geldin, Sophia. Lütfen yanıma gel,” dedi yumuşak bir sesle. “Ben Marguerite. Bu okuldaki büyü derslerine ben giriyorum.” “Memnun oldum,” dedim sessizce. Sesim titriyordu ama yüzüm sakindi. Marguerite sınıfa döndü: “Yeni sınıf arkadaşınız Sophia.” Gülümsedim ve boş bir masa arayarak etrafa baktım. Tüm sıralar doluydu; yalnızca bir tek yer kalmıştı. Ve o yer… sınıfın en arka köşesindeydi, tam da kızıl tutamlı çocuğun oturduğu sıranın önündeydi. İçimde istemsiz bir gerilim oluştu.Başka seçeneğim yoktu. Başımı hafifçe eğerek o sıraya doğru yürüdüm. Her adım, aramızdaki mesafeyi kapatırken havayı ağırlaştırıyordu.Keskin yeşil gözleri, sanki her detayımı tek tek ölçüyormuş gibi uzun süre yüzümde kaldı. Kalbim… Bu kadar hızlı atması normal miydi? Bakışları gözlerimden dudaklarıma indi ve gülümsedi. Sinsice, biraz alaycı, ama aynı zamanda… tuhaf bir çekiciliği vardı. Kendimi toparladım. Çantamı masanın yanına bıraktım ve oturdum.Sırtımı döner dönmez, o his geldi.Bakışlarının sırtımda hissettim. Sanki arkamda oturan o çocuk, bakışlarıyla tenimi yakmaya çalışıyordu. Marguerite’nin sesiyle kendime geldim. Dersi başlatmadan önce tahtaya “Enerji Akışı” başlığını yazdı. “Büyünün temeli, kendi içimizdeki akışı bulmaktır. Şimdi, avuç