Thalos’un kıyıları, şafak vaktinde gri bir hüzne bürünmüştü. Deniz, kaya dişlerine sürtünen bir canavarın sabırsız soluğu gibi köpürüyor; dalgaların uğultusu şehrin dar sokaklarına sızıyordu. Rüzgâr, balık ağlarının tuzunu taşırken taş döşemelerde geceyi saklayan bir serinlik geziniyordu. Daha dükkânlar açılmadan önce, şehrin kalbi sayılan agora uyku ile uyanıklık arasında asılı kalmış bir rüya gibiydi. Sütunların gölgeleri uzundu; mermer yıpranmıştı ama yerdeki her çatlak kendi hikâyesini koruyordu.
Lysandros, en yüksek surun kıyısında durdu. Bileğinde, cildin altında yaşayan bir kıvılcımı andıran işaret—altınla kızıl arasında bir parıltı—hafifçe titreşiyordu; dalgaların devinimiyle uyumlu bir nabız gibi. Gözlerini göğe kaldırınca kırık ayın siluetini gördü: sanki gökyüzüne asılmış ve unutulmuş bir yara, yarıda kalmış bir söz.
Tapınağın geniş basamaklarında bir gölge belirdi. Evadne’ydi; beyazla kırmızının dans ettiği elbisesi sabahın solgun ışığıyla yıkanıyordu. Elindeki defne dalları, tütsüye dönük bir dua gibi titredi. Basamakları ağır ağır inerken taşın üzerinde çıkan cılız ses, şehrin uykusunu bozmamaya çalışan bir fısıltıyı andırıyordu.
“Bu sessizlik,” dedi Evadne, Lysandros’un yanına geldiğinde, “bir şeyin yaklaştığına işaret.” Sesi hem sığınak hem uyarıydı. “Tanrılar sustuğunda gölgeler konuşur.”
Lysandros, kırık ayı gözünden ayırmadan, “Gölgelerin sesi insanın kulağındaki en inatçı uğultudur,” diye fısıldadı. İşareti görmezden gelmeye çalıştı; o ise görmezden gelinmeyeceğini inatla hatırlatan bir kıvılcım gibi yanıp söndü.
Kıyıdaki balıkçılar ağlarını omuzlayıp geçerken şehrin ilk kokuları havada birleşti: tuz, yosun, ıslak taş ve taze ekmek. Fırıncı Arkhes, dükkânının önünde hamuru tokatlayarak homurdandı: “Bugün kabarırsa mucizedir.” Yanından geçen yaşlı bir kadın, “Kırık ay varken hamur da dua da zor tutar,” dedi. Söz, taşların arasından sızan su gibi yayılıp kayboldu.
Agoranın ortasında, çatlakları deniz suyuyla dolmuş mermer sunağın etrafında üç çocuk koşturuyordu. Zayıf olanı sunağın kenarına tırmandı, ayın suda yansıyan kırık şekline uzun uzun baktı. “Neden yarım?” diye sordu kendi kendine. Cevabı, uzaktan geçen bir martının tiz çığlığı verdi; çocuklar içinse bu, yeni bir soruydu.
Phokion bir demet mızrağı omzuna vurup sur merdivenlerini çıkarken Lysandros’u gördü. “Sabah nöbetinde olağan dışı bir şey yok,” dedi. “Ama ‘yok’ kelimesi bile bu sabah fazla gürültülü.” Gülümsedi. Çelikler yağlı, miğferlerin içi tuzla kurutulmuştu; yine de gözbebeklerinin içinde bir kıymık duruyordu—insanın bildiği ama dillendirmeye yanaşmadığı türden.
Evadne, agoranın içinden geçen dar sokağa baktı. “Gece, tapınağın altındaki su yollarında uğultu vardı,” dedi. “Sanki taş nefes alıyor.” Parmağında defneyi ezdi; acı koku yükseldi. “Rüyamda suyun üzerinde bir yazı gördüm: ‘Söz bağlanmazsa gölge yer tutar.’”
Lysandros, rüyanın ağırlığını omzuna aldı. “Söz kimin sözü?” diye sordu. Evadne cevap vermedi; yalnızca kırık ayın gölgeli yüzüne baktı.
Pazar vaktinde agora kalabalıkla doldu. Başta sıradan bir gündü: balık pulları güneşte yanıp sönüyor, zeytin çukurlarından