1.Bölüm...
Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu,
Birinciliği beyaza verdiler.
Özdemir Asaf
Dergi Yazısı
Ahir zamanın dayanılması zor **“Kor Ateş”**i, bütün ağırlığı ve dehşetiyle içimizi yakıyor.
Kor ateşlerle daha fazla muhatap olacağımızı işaret eder.
Ateş, alevin görünen kısmındadır; kor, yanan, parlayan bir odun parçasını yakar ve çok sıcaktır.
Bazı anlar yaşandığında değil, fark edildiğinde ağırlaşıyordu. Hayat zorluklardan ibaretti belki de. Yürüdüğümüz yolları biz biliriz sadece; kimsenin yolunu sorgulamayız. Kendimizden sorumluyuz neticede.
Hayat bir şekilde devam ediyordu; iyi ya da kötü. Siyah ve beyaz gibiydi, grisi yoktu. Böyle, böyle devam ediyordu. Biz de denizin dalgası gibi savruluyorduk ikisinin arasında.
Kim ne yaşamış, ne görmüş... Hayatı sorgulamak bir yana dursun, insanlar birbirlerinin hislerini görmez olmuştu. Sorgulamıyor, sadece sunduğu şeylere bakıyorduk.
Sahi, neydi bize sunduğu? Peki sundukları bizi biz yapan şeyler miydi? Sorgulamadan yaşamak ne kadar doğruydu?
İşte tam burada başlıyordu her şey. Yanarak “kor” hâline gelmemek için doğruyu yanlışa tercih etmekti bizi insan yapan. Bir gün evrende bu doğruları kabul edecekti insanoğlu; düzeni bulacaktı.
Bu sırada olanlar oluyordu, sesler geliyor ve şimşek içimizdeki kordan ateşlere aldırmadan gürlüyordu. Yağmur ıslatıyordu toprağı, toprak kokusu sarıyordu etrafı.
Kışın son ağırlığıydı; cemreler düşmek üzereydi. Cemreler düşecek, havanın soğukluğu yerini sıcağa bırakacak, suya düşüp coşkun nehirleri, havanın sıcaklığından bizi serinletecek ve toprak yeşertecekti ağaçları, çiçekleri. Cıvıldayacaktı kuşlar, her zamanki gibi açacaktı tazecik nergizler. Doğa ilkbahara “merhaba” diyecekti.
Cemre Tekin
Okul dergisi için yazıyordum. Üniversite son sınıf öğrencisiydim ve dergiye köşe yazısı yazıyordum.
O sırada dışarıdan iki el silah sesi duydum. Evimiz ormanlık alana yakındı; müstakil, kendine has bir havası vardı. İki katlı, dubleks, verandası ve bahçesi olan geniş bir alandı. Bahçe duvarlarının her köşesinde ağaçlar vardı. Bahçe kapısından içeriye doğru uzanan Arnavut taşlı bir yol, kenarlarında güller ve nergizler ekiliydi.
Gün, gecenin geldiğine dair sinyaller veriyordu.
İki el daha silah sesi geldi. Babam geldi aklıma; yürüyüşe çıkacağını söylemişti.
Dört saat olmuştu ve gelmemişti. Hemen telefona sarıldım, aramaya başladım; açmadı. Tekrar denedim, açmadı. Tekrar ve tekrar... Açmadı. Endişem artıyor, kalbim sıkışıyordu.
Montumu giyip dışarı çıktım, görünürde kimse yoktu. Hemen bahçe kapısından dışarı çıktım. Ormanlık alana gidecektim ama fazla uzaklaşmayacaktım; gece çöküyordu, bu saatler çok da temkinli değildi.
İlerledim, etrafı kolaçan ettim; yoktu. Telefonu elime aldım, aradım, açmadı. Eve dönmeye karar verdim, belki de gelmiştir.
Yağmur çoktan yağmış, tekrar yağacağının habercisiydi. Gökyüzü tam anlamıyla kararmayı başarmıştı.