"Sessiz bir çığlık, atılan her yumruktan daha gürültülüdür. Çünkü o çığlık, bir kadının tüm umutlarının mezar sesidir."
Ankara'nın gece yarısından sonraki yüzü, gündüzün gürültüsünü unutturacak kadar acımasızdır. Yağmur değil, insanın ruhuna işleyen bir nem bu. Nefesim buğu olup dağılırken, her buharlaşan zerresiyle beraber umudum da uçup gidiyor gibiydi. Ayaklarım ıslak asfalta mıhlanmıştı sanki.
Her adım, ciğerlerimde yanan bir ateş, bacaklarımda patlayan bir sancıydı. Ama durmak yok. Durursam, arkamdaki o ayak sesleri beni yakalayacak. O hiddetli, dengesiz, sarhoş adımları tanıyordum. Bir yıl boyunca o adımların eve yaklaşmasıyla kalbim yerinden oynadı. Şimdi ise kaçıyordum onlardan. İçgüdüsel, kör, çaresiz bir kaçış.
"Bırak şu saçmalığı Vera! Nereye kadar kaçabilirsin sanıyorsun?"
Sesi dar sokakta yankılandı, beton duvarlardan sekip bana çarptı. Boğazım düğümlendi. Bir an tereddüt ettim, o an yetmişti. Sağa saptım, bir çıkmaz sokağın karanlık ağzına doğru.
Aptallık. Saf, panikten gözü dönmüş bir aptallık. Dönüp arkama baktım, onu gördüm. Sokak lambasının sarı ışığı, yüzündeki çarpık gülümsemeyi ve gözlerindeki o bulanık, sahip olma hırsını aydınlatıyordu. Yanağımda, onun patlattığı tokatın izi hâlâ yanıyordu.
"Bitti," diye homurdandı, bana doğru adım atarak. "Oyun bitti." Sırtım duvara değdi. Soğuk beton,kazağımın ardından omurgama işledi. Çıkış yoktu. Ellerim titreyerek karnıma gitti, orada, gözle görülmeyen ama her an varlığını hissettiren bir şey vardı. Kimseye söyleyemediğim, henüz kelimelere dökemediğim bir sır. Ona söyleyemezdim. Asla.
"Lütfen," diye fısıldadım, sesim bir rüzgar hışırtısından farksızdı. "Ali, lütfen git."
Güldü. Sesinde zafer ve zorbalık vardı. "Gitmek mi? Seni böyle bırakacağımı mı sandın?" Daha da yaklaştı. Rakı ve küf kokusu burnumu doldurdu. Elini kaldırdı.
Ve o anda...
"O elini indir, yoksa belanı sikerim!" Ses. Bir yıldırım gibi çaktı karanlığı yırtarak. Ama bu, gökyüzünden gelen bir yıldırım değildi. Bu ses... Bu ses yerin yedi kat altından, zamanın derin bir kuyusundan, rüyalarımın en kuytusundan geliyordu. İmkansızdı.
Başımı, sanki boynuma ağır bir taş bağlanmış gibi yavaşça çevirdim. Sokak girişinde, ışığın ve gölgenin sınırında bir siluet duruyordu.
Zaman çatladı, parçalandı, durdu.
Gözlerime inanamadım. İnanmak istemedim. Çünkü eğer oysa, demek ki hayat acımasız bir tekrarcıydı. Demek ki kader, aynı oyunu farklı perdede oynatıyordu. Ama işte oradaydı. Aynı duruş. Aynı gölge düşme şekli. Her şey aynıydı.
Poyraz.
Dünya sessizleşti. Ali'nin küfürleri, kendi azgın kalp atışlarım, şehrin uzaktan gelen uğultusu... Hepsi silindi. Sadece o vardı. Ve beynimde çakan şimşekler. Burada ne yapıyor? Bu saatte? Bu mahallede? Beni mi takip ediyordu?
İçimde bir fırtına koptu. Beş yıl. Beş yılımın her anı, her kahkahası, her gizli buluşmamız, her "seni seviyorum" fısıltısı, o parkta geçirdiğimiz son yaz, elimi tutuşu, gözlerindeki o sonsuz güven. Hepsi, bir sel gibi