KUMALAR DİYARI: BİR TÖRE PARODİSİ
BİRİNCİ BÖLÜM: MASUM GÜVERCİN VE ZALIMÜL GADDAR AĞA
Adım Gülbahar. Köyümüzde benim kadar masum, benim kadar saf, benim kadar el değmemiş kimse yoktu. O kadar bakireyim ki doktorlar yeni bir bakirelik sınıfı açmışlardı benim için: "ultra mega süper bakire". Zaten bakirelik bizim köyün en değerli hazinesiydi. Köyün girişinde kocaman bir tabela vardı: "Bakireliğinizi Kaybetmeyin, Kaybedecek Başka Şeyiniz Yok!" Hayallerim vardı tabi, her köy kızı gibi: İstanbul'a gidip, tercihen zengin bir iş adamına aşık olmak, onun şoförü tarafından kaçırılmak, sonra iş adamının beni kurtarması... Yani normal, sıradan hayaller işte.
Bizim köyde her sabah çeşme başında su doldurmak kadınların göreviydi. Erkeklerimiz o saatte çok meşgul olurdu, kahvede okey oynamak, köy meydanında boş boş oturmak gibi hayati görevleri vardı. Kadınlara gelince, biz de bu durumdan gayet memnunduk. Çeşme başında en azından dedikodu yapabiliyorduk. Köyün tek eğlence kaynağı buydu zaten.
Annem İffet Ana, beni daha beşikteyken tembihlemişti: "Kızım, bu köyde yaşamanın tek bir yolu var. Ya evde kalmış bir koca karı olacaksın, ya da zengin bir ağanın kapatması. Ortası yok!" Annem pratik kadındı. Bana göre biraz fazla pratik. Söylentilere göre gençliğinde bizim köyün eski ağası Haydutül Zorba Ağa'nın gözdesi olmuş, sonra da babamla evlendirilmiş. Ama kime sorsanız, köyde herkesin bir söylentisi vardı. Komşumuz Fadime Teyze'nin aslında uzaylı olduğuna inananlar bile vardı. Neyse.
O gün de çeşmeye gittim. Saçlarımı iki örgü yapmış, eğilip ciciklerimi minik uçlarını belli edercesine sallayarak su doldurmaya başlamıştım. Ama tamamen kazaen (Asla bilerek değil), üzerime kırmızı puantiyeli namusumu temsil eden entarimi giymiştim. Bizim köyde kıyafetler renk kodluydu: Kırmızı "el değmemiş", sarı "şüpheli", siyah "dul", mor "kocasını zehirleyen", yeşil "komşunun tavuklarını çalan" anlamına gelirdi. Kaşlarımı birleştirmek için her gün özel olarak kömürle çizdirirdim, çünkü bizim köyde kaşları ayrık olan kadınlar uğursuz sayılırdı.
Testimi doldururken karşımda onu gördüm. Zalimül Gaddar Ağa! Köyün, ilçenin, hatta bazı söylentilere göre tüm Doğu Anadolu'nun en zengin, en yakışıklı, en gaddar ağası. İsmi Zalimül'dü, soy ismi Gaddar'dı, mesleği de ağalıktı. Kader işte. Böyle isimle başka ne olunurdu ki?
Zalimül Ağa köyümüzde efsane gibiydi. Sekiz karısı, yirmi çocuğu, kırk atı ve sınırsız parası olduğu söylenirdi. Ama ben onu ilk kez görüyordum. Uzun boylu, geniş omuzlu, kartal bakışlı bir adamdı. Yaşını tahmin etmek zordu , otuz da olabilirdi, altmış da. Bizim köyde erkeklerin yaşı hiç belli olmazdı. Ya on beşinde bıyık bırakıp otuzunda dedeleşirlerdi, ya da yetmişine kadar delikanlı kalırlardı.
"Kız!" dedi bana. "Sen kimsin?"
Gözlerimi yere indirdim, zira bir erkeğin gözlerine bakmak bizim köyde direkt evlenme teklifi sayılırdı.
"Ben Gülbahar, Ağam. İffet Ana'nın kızı."
"Hah!