Turuncu ve kahverengi… Biri sevimli ve sıcak, diğeri ağır ve asil. Ceylin, bu iki rengi seviyordu, hem kafe, hem pastane olarak işlettiği küçük mekânına sıcaklık ile canlılık, güven ile samimiyet kattığını düşünüyordu. O yüzden içerisini dekore ederken bu iki rengi seçmişti. Elbette iki rengi seçmesindeki tek sebep verdikleri hissiyat değildi, çocukluğunun güzel anılarına yarenlik etmiş olan portakallı çikolataların da bu seçiminde etkisi büyüktü. Babaannesinin evine ne zaman gitseler, özel tarifiyle hazırlamış olduğu çikolatalar, ikram edilmek üzere her zaman hazırda olurdu.
Yıllar sonra babası, babaannesinin tarif defterini kendisine emanet ettiğinde karar vermişti pastacı olmaya. Meslek lisesini seçmiş, kendi bölümünü okuduğu üniversiteden mezun olmuştu. O yıllar boyunca tek hayali kendisine ait bir pastane açmak ve portakallı çikolatalar yaparak çocukluğunun biraz tatlı, biraz ekşi tadına herkesin varmasını sağlamaktı. Uğruna çok çabaladığı, beklenmeyen acılar yüzünden ertelediği hayalini tek başına da olsa nihayet gerçekleştirmişti. Kendisine ait pastanesinde yapıp sattığı birçok çeşit vardı, ama babaannesinin özel tarifli çikolataları onun da özel ürünü olmuş ve renklerini pastanesinde kullanmayı en çok da bu yüzden seçmişti.
İçeride üç masalık yeri vardı, yaz aylarında belediyenin izin verdiği ve yine üç masa koyabildiği dış alanı da mevcuttu. Burayı seviyordu, ama en çok süs eşyaları satan yerlerden topladığı portakal ve çikolata figürleri ile boncukları birleştirip yaptığı, kapısında sallanan kapı süsünü seviyordu. İçeri giren her müşteriyi neşeli şıngırtılarla haber veriyor olması hoşuna gidiyordu.
Bu sabah da erken kalkmanın abartı sayılabileceği bir saatte uyanıp pastanesine gelmiş ve o gün için tazelenmesi gereken ürünleri hazırlamıştı. Pastaları soğutucu dolap olan camekânın içerisine yerleştirdikten sonra geriye yalnızca küçük kekleri süslemek kalmıştı. Saat 08:30'u biraz geçerken bir kahve molasını hak etmiş hissediyordu. Hızlıca kendine bir fincan kahve hazırlayıp boş masalardan birine geçtikten sonra mutfak kısmında çalışırken taktığı boneyi kafasından çıkardı, gelişi güzel toplamış olduğu doğal kızıl olan saçlarını lastik tokanın hapsinden kurtararak özgür bıraktı.
Saçlarıyla birlikte hayatına dair düşünceler de özgür kalmış, zihnine doluşmaya başlamıştı. Sabahları mola verdiği bu anlarda, ne kadar yalnız olduğunu daha net hissediyordu. Yapılacak hiçbir işinin olmadığı o kısa anlar bazen geçmek bilmeyen saatler gibi hissettiriyordu, tıpkı şimdi olduğu gibi.
🍊🍫🍊🍫
Annesini çok küçük yaşta kaybettiği için ancak hayal meyal hatırlıyordu. Üç yıl önce yakalandığı kanser hastalığı babasını da ondan almış, bir yıl İstanbul’da kendi işini yapmak için çabalamış ve sonrasında her şeyi satıp Yalova’ya taşınarak yeni bir hayata başlamıştı. Yeni bir şehirde sıfırdan iş ve hayat kurmakla uğraşırken o arada kendine bir hayat arkadaşı bulmaya