“Acı insanın damarlarında dolaşan bir zehir gibidir, yavaş yavaş tüm hücrelerinizi ele geçirir ve bazen ağzınızdan çıkan birkaç kelimeyle canlanırlar…”
Uraz KURT
URAZ
Kâbuslarımın yüksek duvarları arasında gözlerimi araladım. Terle uyanılmış bir gecenin ardından değil de bitmek bilmeyen bir hayat hikâyesinin ortasında yeniden nefes alır gibiydim. Oda hâlâ karanlıktı ama içerideki hava tanıdıktı; çünkü alışmıştım artık...
Karanlık, bazen insanın içini dışındakinden daha çok aydınlatıyordu.
Sıvası dökülmüş tavanı ve yıkık dökük duvarlı oda, görünüşe aldanmayan bir sığınaktı benim için. Yirmi kişiyle aynı nefesi solumak kolay değildi belki ama kendimi tek başına olduğum yerlerde daha yalnız hissettiğimi zamanla fark etmiştim. Bu yoksunluk, bir tür bağ kurma şekline dönüşmüştü. Aynı battaniyeye sığamadığımız insanlarla aynı geçmişte üşüyorduk sanki.
Ortak olmayan hikâyelerimiz, benzer boşluklara yaslanıyordu.
Herkesin ayrı bir hikâyesi vardı… Kimi yüzünü hiç hatırlamadığı bir anneye mektup yazardı geceleri, kimi ise hâlâ bir kapının arkasında belki biri geri gelir umuduyla bekliyordu. Bazıları bir sabaha gömülmüştü, bazıları gecede takılı kalmıştı. Ama hikâyemiz ne olursa olsun, birbirimizin yaralarını ezberlemeden seziyorduk.
Ben… ailemi tanımış ama onlardan kaçmayı seçmiş olandım. Sevgisizlik kalabalığında büyümek, yalnızlığın tanımıyla çelişiyordu başta. Ama zamanla öğrendim: Bazı bağlar yalnızca kanla değil, göz göze geldiğinde utanmadığın bir çift bakışla kurulurdu.
İnsan, annesini ve babasını seçemezdi belki… Ama bakmayı, görmeyi… ya da görmezden gelmeyi seçebilirdi. Ben göz göre göre içime batanları silmeyi seçtim. Çünkü hatırladıkça kanayan şeylerden daha fazla öğrenmek istemedim.
Unutmak değildi belki ama sessize almak… hayatta kalmanın en iyi şekliydi bazen.
Azrail gibi bir babanın oğluyken, asıl cehennemi yetimhanede yaşıyordum. Ev dediğin şeyin içinde huzur olması gerekirdi ama ben evin anlamını ilk kez içi paslı demirle çevrili bu binada öğrenmiştim. Meğer bazı evler, insanın içindeki tüm ışığı duvarları arasına kilitliyormuş… Babamın nefesi bile tehdit gibiydi. Adımı her söylediğinde, ölüm çağırılıyor gibi ürperirdim. Ama ilginçtir ki o adamın gölgesinden uzaklaştığımda, asıl karanlığın yokluğunda baş gösterdiğini fark ettim.
Yetimhaneye geldiğim gün daha dün gibi aklımdaydı. Binanın nemli duvarları, beni yorgun sessizliğiyle tanıştırmıştı. İçeride koltuk değneği gibi birbirine yaslanmış çocuklar vardı; kimisi ağlamaktan, kimisi susmaktan yorgun düşmüş gibi görünüyordu.
O günden bugüne geçen zamanı hatırlamama gerek yoktu. Çünkü her biri tenime işlenmişti zaten. İzi olmayan bir günüm olmadı. Kimi bir sözle, kimi bir bakışla, kimi sadece yine kimsenin gelmemesiyle kazınmıştı bedenime. Zamanı saymadım; burada saatler gereksizdi. Duvarlar konuşmazdı, insanlar ise pek az dinlerdi.
Mahkûmlar duvarlara çentik atar ya hani, ben de attım.