MUBUKA
İnsanoğlu bir şeyin değerini kaybedince anlardı. Evrenin kanunu gibi bir şeydi bu. Her gün yanında olan bir nesnenin, bir insanın ya da bir durumun kaybını, sanki hayatlarından bir parçanın koparılması gibi tanımlarlardı. Belki normal zamanda farkında bile olmadıkları o sıradan şey, ellerinden uçup gittiği anda paha biçilmez bir hale gelirdi.
Vatan uğruna nefes alanlar için bir şeyin değeri kaybedilmeden de anlaşılırdı. Çünkü birçok şeye hasret kalmak onların kaderiydi. Günler, aylar, bazen yıllar süren görevlerin güzel yanlarından biri de buydu. Gündelik hayatın hala oradaydı ama daha değerliydi. Daha önce sıradan gelen detaylar görev sırasında gözünüze farklı görünürdü. Sabahları mis gibi kokan çarşafların arasında uyanmak, istediğiniz an banyo yapabilmek, hala sıcaklığını koruyan kahvenizi yudumlamak, hatta giydiğiniz ev kıyafetleri bile eskisinden daha değerli ve anlamlı hale gelirdi.
Çatışmaların, belirsizliklerin, içsel fırtınaların ve karanlık günlerin ardından eve dönmek; tanıdık, güvenli ve huzurluydu. Yeni bir görev emri gelene kadar omuzlarınızdaki yükler hafiflerdi. Nefes almanız bile daha derin ve özgür olurdu. Bu his, sanki uzun bir kışın ardından gelen ilkbaharın ilk günleri gibi ferahlatıcı hissettirirdi. En azından bir süreliğine.
Kısacası, çok uzun bir zaman sonra normal hissetmek, bizim gibilerin hayatlarında bir lütuftu. Yeniden yaşamın ritmine uyum sağlamak, yaraların iyileşmesi, belirsizliklerin yerini güven ve istikrarın alması iki görev arasındaki kısacık zamanı diliminde bize sunulan hediyelerdi. Umut bunların peşinden gelirdi ve yalnız bu normallikte geleceğe dair yeni hayaller kurmanıza izin verilirdi.
“Ne oldu neden saklandın söyle.
Aramaktan sıkıldım seni yine.
Düşündüm hep vazgeçmeye.
Düşündüm kurtulsam senden diye.”
En son aylar önce geldiğim barın enerjik ve dinamik atmosferi hiç değişmemişti. Kapıdan içeri adım atmamla, kulaklarımı dolduran rock müziğin güçlü ritimleri sanki içimde yankılanıyordu. Loş ışıklar, mekânın her köşesini aydınlatırken, sahneye odaklanmış spot ışıklar canlı performansın merkezini oluşturmuştu.
Çok kalabalıktı. Mekân cumartesinin hakkını veriyordu. Alkol, ter ve sigara kokusu kalabalığın üzerine sis bulutu gibi çökmüştü. Sanki insanlar akışkan bir duvardı. Cıva gibi. Yürümek için yardığım yer saniyeler içinde kapanıyordu ve ben bile sahneye doğru ilerleyebilmek için ufak bir savaş veriyordum. Savaşmak benim işimdi. Fakat bu sefer karşımdaki düşman değildi ve bu işimi zorlaştırıyordu. Mesleğimden ötürü insanlara bu kadar temas etmek tetikte olmamı gerektiriyordu. Deri ceketimin altından keçiyi tutarak yürümeye devam ettim.
“Kendimi yormadan.
Ulaşsam sana dokunsam ruhuna
Kimseye sormadan
Yolundan çıkıp kavuşsan sen bana.”
Mikrofonun önünde duran kişinin ihtişamı nefesimi kesti. Çocukken mahalle aralarında koşturduğum adam en son gördüğümden beri vücut yapmıştı.