DOĞUKAN
Yeryüzünde hüküm süren şey, yaşam değildi. Ölümdü. Çünkü ölüm hayatta kalanlarabaşlı başına bir ihanetti. Gelip kapıyı çaldıktan sonra yaşam mı kalırdı Allah aşkına? Ölen bir kez, ardında kalan her nefesinde bir kez daha ölürdü.En acılı ölüm buna rağmen yaşamak değil miydi zaten?
Peki ölüme bile bile atlar mıydı insan?
Atlardı.
Sanki dünyaya bağlayan ipleri varmış gibi hem de. Öyle bir an gelirdi ki, sadece atlamak da yetmezdi. Kucaklardın ölümü hızını kesebilecekmişçesine. Ama bazen… Bazen kader o kadar candan davranmazdı bu korkusuz kişilere. Ölüme atılan adıma çelme takardı ya da iplerini keserdi, patron benim der gibi. Zaten damarlarında cesaret dolaşanlar bir kez tadardı bu duyguyu. O zaman da ya dibe vurur ölmeyi dilerdi insan ya da kaderin yüzüne güler, ikinci şansı için ayağa kalkardı.
Ölümün üzerinde gezen abim kendi ipini kendi kesenlerden olmuştu. Kafasına sıkamadığım kaderin çığlıkları hala anılarımda çınlıyordu. Bu saatten sonra ben ölsem ne mahşer koyardı ne cehennem. Kussam kaç intihar çıkardı kim bilir içimden. Kessem kaç ayrılık akardı bileklerimden…
Ne güzel söylemişti Mehmet Akif Ersoy;
“Ey Şehit oğlu şehit, isteme benden makber. Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.”
Peki ben? Yirmi altı yıllık hayatına iki şehidi sığdırmaya çalışan ben…
Bu kış çok sert geçmişti. Abimi kaybedeli tam tamına dört ay olmuştu ve beni bu dört ayda, Allah’ın her gecesini son görüntüsüyle geçirmeye mahkûm bırakmıştı. Birini nefes alırken cezalandırmak istiyorsanız ona ölümünüzü kabul ettirmeniz gerekirdi. Olcay Karahanlı bunu başarmıştı. Söylediklerinin bende yaratacağı tahribatı umursamadan hem de.
Ona çok kızgındım. Pes ettiği için, bana ve timine güvenmediği, babamın ardından beni yarı yolda bıraktığı ve omuzlarıma genç yaşta yüklediği sorumluluklara bir de ölüm acısını eklediği için…
Özellikle son sözleri aklımdan çıkmıyor, hatırladıkça içimde oluşan bir şeyleri kırma isteği genellikle çevremdekiler oluyordu. Buna rağmen bana hasta birine, yaralı bir aslana veya yenilmiş bir kişiye duyulan ilgi ve şefkatle yaklaşıyorlardı. Hiçbirini hak etmiyordum ve bu duyguların ağırlığı altında sendeleyip yıkılmak üzere olduğumu hissedince daha da hırçınlaşıyordum. Sanki bir tür koruma mekanizması oluşturmuştum kendimce. Öfkemden beslendiğim, nefes alabilmek için içimdeki köklenmiş nefrete tutundum bir duvardı sanki. Kim ardına geçmek istiyorsa nasibini alıyordu. Canının acısını bahane edip can yakıyordum. Bu günaha yeni bir kılıf uydurma yoluydu belki de. Fakat ben cehennemden önceki son durağımda günahın dibine batmaktan bir an bile pişmanlık duymuyordum.
“Hakkım sana helal olsun kurşun askerim.”
Çocukken kaybettiğimi düşündüğüm kurşun askerimi, senelerce kalbinin üzerinde taşımış bir adama abi