KEFARET
“Kanunu yazan kalem, vicdandan nasibini almamışsa; her satır, suçun manifestosudur.”
İstanbul, 2021 – Kadıköy
Gece yarısı. Kadıköy’ün ara sokakları, grafitilerle kaplı duvarların sessiz tanıklığında uyukluyordu. Gün boyu kalabalığın boğduğu caddeler şimdi yarı uykulu; mağaza kepenkleri kapanmış, kafelerin loş ışıkları sönmüş, sadece birkaç pub ve barın kapısından taşan sarhoş kahkahalar, geceye inat direniyordu. Sigara dumanı, rüzgârla birlikte asılı kalmış; yerlerdeki bira şişeleri kaldırım taşlarına vurdukça ince bir tını çıkartıyordu.
Sokağın başında, otuz yaşlarında, yandan sıfır kesilmiş saçları terden yapışmış bir adam sendeleyerek yürüyordu. Üzerinde markalı bir eşofman üstü, altına dar bir kot pantolon ve çığlık atarcasına parlak renkli spor ayakkabılar… Burnundan içeri çektiği soğuk hava, alkolün ateşini söndürmeye yetmiyordu.
Bir pub’ın önünde durdu. Kapının önünde, sigara tüttüren gençler vardı; erkekli kızlı, gülüşüyor, ara sıra yüksek sesle birbirlerine laf atıyorlardı. Adamın bakışları, çürük bir meyvenin üzerine konmuş sinekler gibi, kızların üzerinde gezindi. Dudaklarının kenarından salyaya yakın bir ıslaklık sızdı.
Grubun içinden biri, esmer tenli, sert bakışlı bir genç, adama diklendi.‘’Neye bakıyorsun lan?’’ Adam, sigarasını yere atıp üzerine bastı, gözünü gençten ayırmadan dişlerinin arasından konuştu.‘’ Yanındaki esmere bakıyorum, koçum…’’ Sokağın dili ağırdı, onunki daha da ağırdı.
İki genç erkek birden adamın üzerine yürüdü. Adamın eli cebine gitti; parlak çeliğin parıltısı sokak lambasında bir anlığına parladı. ‘’Gelsenize süt oğlanları!’’
Dudaklarının kenarı alaycı bir sırıtmayla kıvrıldı.
Gençlerden biri öne atılıp hızlı bir tekme savurdu. Bıçak adamın elinden fırlayıp kaldırıma düştü. Öfke yerini paniğe bırakamadan, yumruklar yağmaya başladı. İki genç, adamı köşeye sıkıştırıp patakladı; burnundan, dudaklarından kan fışkırdı.
Saldırganlar, tatmin olmuş bir şekilde geri çekilip kalabalığın içine karıştılar. Adam ise, kanlı tükürüğünü kaldırıma bırakarak ayağa kalkmaya çalıştı. Başını duvara yasladı, bir an nefes aldı, sonra tökezleyerek ara bir sokağa girdi.
Karanlık, daracık sokakta adımlarını sürüklerken arkadan bir metalik ses geldi.
Döndü.
Bir çöp tenekesinin yanında, kediler boş bir konserve kutusunu devirmiş, tıslayarak birbirlerinden uzaklaşıyordu. Omuzlarını silkip tekrar yürümeye koyuldu. Bu kez başka bir ses… Keskin, tiz, neredeyse kulak zarını tırmalayan bir tını. Çelik metale sürtünmüş gibi, ölümün önceden haber veren sesi. Adam irkildi, omuzları titredi. Geriye döndüğünde gördüğü siluet, yüreğini göğsünden çekip almış gibi hissettirdi.
Sarı saçları, kırmızı kapşonun gölgesinden taşarak karanlıkta bile ay ışığını yakalıyor; omzundan aşağı sarkan kılıcın çeliği, geceyi yaracak kadar keskin bir parıltıyla titreşiyordu. Şehrin yarısı bu yüzü gazetelerden, haberlerden, fısıltılardan tanıyordu. Sokakların kendi adaletini veren Azrail.
Adamın nefesi kesildi, ciğerleri yanıyordu. Hiç düşünmeden koşmaya başladı. Ayak sesleri, kalbinin çarpıntısına karıştı; nefesi kısa, kesik kesik, boğulur gibi çıkıyordu.
Bir an cesaret edip arkasına baktı. Boş…
Tam önüne döndüğünde, yanından bir karartı geçti. Rüzgârla beraber bir yanma, ardından ıslaklık hissetti. Koluna baktığında,