Ben karanlıktan korkmam. Karanlık, bana çocukluğumdan beri tanıdık.
Adli Tıp binasının loş koridorlarında yürürken ayakkabılarımın sesi duvarlara çarpıp geri dönüyor.
Saat gece yarısını geçmişti. Şehrin uyuduğu saatler, suçun ise uyanık kaldığı anlardı.
Dosyayı göğsüme bastırıyorum. Üzerinde tek bir isim yazıyor: Karahan.
Bu soyadı zihnimde yalnızca bir suç örgütünü değil, bir mezar taşını da temsil ediyordu. Babamın mezar taşını.
Derin bir nefes alıyorum. Kendime her zaman söylediğim şeyi fısıldıyorum:
“Duygularını kapat, Lara. Burada hislere yer yok.”
Ama bazı isimler vardır, insanın içini kazır.
Toplantı odasının kapısını açtığımda içeride üç kişi vardı. İkisini tanıyordum. Üçüncüsünü ise henüz değil.
Kaan Yalçın, masanın başında ayakta duruyordu. Siyah takım elbisesi, yüzündeki sert ifadeyle birleşince odadaki havayı ağırlaştırıyordu.
Eskiden yüzüme bu kadar sert bakmazdı. Eskiden biz vardık.
Göz göze geldiğimizde bakışlarını kaçırmadı.
“Geç kaldın.”
Sesindeki şey suçlama değildi. Daha kötüsü vardı: mesafe.
“Dosyayı inceliyordum. Karahan ailesiyle ilgili.”
Tam o anda, odanın köşesindeki gölge hareket etti. Ve onu gördüm.
Adam karanlıktan bir adım attı. Uzun boylu, geniş omuzlu. Yüzü sakin ama gözleri tehlikeliydi.
İnsanlara bakmazdı o gözler. İnsanları ölçerdi. Parçalarına ayırırdı.
Bakışları bana değdiği an, içimde açıklayamadığım bir şey oldu. Sanki biri ismimi fısıldamış gibi.
“Lara Demir,” dedi Kaan, sesi resmileşmişti. “Seni tanıştırayım.”
Kalbim göğsümde bir kez sertçe vurdu.
“Bu adam,” diye devam etti, “Karahan dosyasında sivil muhbir olarak geçiyor.”
Muhbir.
Kelime kulağıma yanlış geldi. Çünkü bu adamın duruşu muhbir değildi. O, masanın sahibi gibiydi.
Adam bana yaklaştı. Çok yaklaştı.
“Aras,” dedi. Sadece adı. Soyadı yok. Ünvan yok.
“Memnun oldum, Lara.”
Adımı söylerken dudakları kıpırdadı. Sanki tadına bakıyordu.
Elimi uzattım. Profesyonelce. Kontrollü.
Ama parmaklarımız değdiğinde… Tanrım.
O an içimde bir alarm çaldı. Bu adam beni tanımıyordu.
Ama sanki uzun zamandır izliyordu.
Toplantı bittiğinde ilk çıkan ben oldum.
Nefes alamıyordum.
Koridora çıktığımda arkamdan ayak sesleri geldi.
“Lara.”
Durmadım.
“Lara,” dedi yine. Bu sefer daha alçak. Daha yakın.
Döndüm.
“Bana bu şekilde hitap edemezsiniz,” dedim sertçe. “Profesyonel sınırlar—”
“Yalan söyleme,” dedi.
“Bu sınırları sen de hissediyorsun.”
Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi.
“Siz kimsiniz?” diye fısıldadım.
Bir adım yaklaştı. Aramızda sadece nefes vardı.
“Ben, senin kaçmaya çalıştığın karanlığım.”
O gece eve gittiğimde aynaya baktım. Gözlerimde korku yoktu.
Sadece merak vardı.
Ve bu, kanundan çok daha tehlikeliydi.
🖤
O gece uyuyamadım. Yatağımda sırtüstü yatarken tavanı izledim; çatlaklar birleşip şekiller oluşturdu.
Bir silah. Bir mezar taşı. Bir adamın gözleri. Aras.
Adını düşünmemeye çalıştıkça zihnime daha sert çarpıyordu.
Sanki beynimin bir köşesinde bekliyordu; ben fark etmeden kapıyı açmamı istiyordu.
Profesyonel sınırlar, dedim kendime.
Kanun. Mesafe. Kontrol.
Ama bazı adamlar vardır; kontrolün dilini konuşmaz.
Telefonum titreşti. Ekrana bakmadım.
Bir kez daha titreşti.
Üçüncüde kalbim hızlandı. İçgüdüsel olarak elimi uzattım.
Bilinmeyen Numara: “Uyuyamadığını biliyorum.”
Boğazım düğümlendi.
Bu bir tahmin değildi. Bu bir bilgiydi.
Ben: “Bu numarayı nereden buldunuz?”
O: “Sorunun cevabı seni rahatlatmayacak.”
Yatağın kenarına oturdum.
Perdeden sızan sokak lambası odamı ikiye bölüyordu. Aydınlıkta kalan tarafım mantıktı.
Karanlıkta kalan meraktı.
Ben: “Bu uygun değil.”
O: