Saate baktığımda uçmuş olan yelkovanı ve akrebi görünce, çayımı hızla kafama dikip ceketimi giydim.
“Geç kaldım, geç kaldım,” diye söylenirken botlarımı giyip çantamı da sırtıma akıtıp merdivenleri hızla indim. Binaya giren nakliyecilerle çarpışmamla birlikte,
“Pardon, çok özür dilerim, geç kaldım da ben!” diyerek hızla bahçeye yönelip bisikletime atladım.
Pedallara asılırken koluma baktım; yelkovan adeta alay eder gibi ilerliyordu.
“Lanet olsun, gerçekten geç kalıyorum!” diyerek bacaklarımı daha hızlı hareket ettirdim.
Tam o sırada önüme çıkan araçla neye uğradığımı şaşırmıştım; kalbim bir anda göğsümde deli gibi atmaya başladı.
Havalanan bedenimle sırtım aracın kaputuna kapaklanırken acıyla inledim.
Ağzımdan istemsiz bir küfür çıktı. Doğrulmaya çalışırken omzumdaki sızı bir anlığına nefesimi kesti. Tam kalkabilecekken biri elimi tuttu:
“Çok özür dilerim, siz birden karşıma çıkınca ben de duramadım. Lütfen kalkmayın.”
“Ya bırak ya… Bisiklet yoluna araçla dalmak nedir be?” dedim, sesi titriyordu, gözlerim doluyordu. Ağlamamak için kendimi toparlamaya çalışırken omzuma giren ağrıyla yeniden inledim.
“Gerçekten özür dilerim, Hanımefendi. Yeni geldim buraya… Konum hatası,” dedi karşımdaki, sesi samimi ama utanmıştı.
“Off…” dedim, acıyla doğrulup derin bir nefes aldım. Kalbim hâlâ deli gibi çarpıyor, sanki hem korku hem öfke hem de utanç bir arada dolaşıyordu içimde.
“Ambulans aramama gerek var mı, iyi misiniz?” dedi endişeli bir sesle.
“Zahmet olacak! Yarım saattir kaputun üstünde yatarken aramamanız zaten kabahat,” dedim, adama sinirle bakarak.
“Gerçekten özür dilerim…”
“Özür dilemek dışında bir şey yapar mısınız artık?! Ölüyorum burada! İşe de geç kaldım… kesin kovulacağım bu defa ya!” dedim, sesi çatallandı; gözyaşlarımı artık tutamıyordum. O iş… tek umudumdu. Hayallerim içindi.
Adam telefonuyla birilerini ararken ben gözlerimi yerdeki bisikletime çevirdim.
“Hiih… yaa… emektarım gitmiş…” dedim hıçkırarak.
Ağlamam iyice artarken adam çaresizce bana baktı; yüzünde pişmanlığın binbir tonu vardı.
“Özür dilerim… böyle olmasını istemedim. Zararınızı ben karşılarım, gerçekten.”
“Emektar…” dedim, dizlerimin üzerine çöküp yamulmuş gidonuna dokunarak.
“Ne oldu sana böyle ya…”
“Zararın maliyetini ben karşılarım,” dedi adam, hâlâ mahcup ve telaşlı.
“Polis çağır! Bana baba yadigârımı pert ettin!” dedim, gözlerim dolmuş, sesim titriyordu.
“Abartmayın, ambulansa da gerek yok. Ayrıca bu kadar laf ettiğinize göre iyisiniz anlaşılan,” dedi adam sakin bir tonda.
“Değil beyefendi! Az önce benim emeklerimi ezdiniz!”
“Bakın, çok önemli bir yere yetişmem gerekiyordu. Konum arızalı çıkınca siz de bir anda önüme çıktınız,” diye savundu kendini.
Emektar bisikletime bakarken içimde tarifsiz bir acı belirdi.
“Emektar gitti…” dedim kısık bir sesle, gözlerim dolmuş, ellerim gidona sarılmıştı.
Adam çaresizce ellerini havaya kaldırdı:
“Zararınızı karşılayacağım, lütfen artık şunu kesin. Ne eksiğiniz varsa ben hallederim.”
“Babamındı bu…” dedim, sesi titreyen bir çocuk gibi. “Emektar, sen niye gittin be oğlum ya… Haluk Reis gibi sen de gittin!” Gözyaşlarım çamura karışırken bisikletin yamulmuş gidonuna sarıldım. Metalin soğukluğu parmaklarıma işlerken içim daha